MERHABA DÜNYA !

Selamlar. Bloğumda din, bilim, felsefe ve edebiyat üzerine denemelerim bulunmaktadır. Hiçbir iddiam yoktur. Bilgiye, inceliğe değer veren tüm gönül dostlarının eleştirilerini, yorumlarını beklerim.

Saygılar

Levent Ertürk

 

Dil yarası içinde yayınlandı | 2 Yorum

DOLORES O’RIORDAN VE KAFAMIZIN İÇİNDEKİ ZOMBİ

in your head, in your
head they are fighting
with their tanks, and their bombs
and their bombs, and their guns
in your head,
in your head they are cryin’
in your head, in your head
zombie … zombie … zombie

***

Her ölüm erken ölümdür derler, bazı ölümler hem erken, hem daha üzücü. İrlandalı rock grubu The Cranberries solisti Dolores O’Riordan, plak kaydı için gittiği Londra’da 46 yaşında hayatını kaybetti. Ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Duruşuyla, sesiyle, yorumlarıyla çok takdir ettiğim bir müzik sanatçısıydı. Huzur içinde olsun.

Hayat öyküsünü yazmıyacağım; internette her yerde var. Dolores’in ölümünde dikkat çeken nokta, onun pek çok duyarlı sanatçıda olduğu gibi, yıllarca depresyonla mücadele etmiş olması. Muhtemelen hap, alkol, uyuşturucu gibi alışkanlıkları da olabilir. Onu depresyona sürükleyen şey dünyamızda pek çok kadının gayet iyi bildiği fakat çok özel sebeplerden dolayı anlatmaktan çekindikleri bir olgu: cinsel taciz. Dolores O’Riordan, sekiz yaşından itibaren seneler boyunca yaşlı bir erkek tarafından kullanılmış. Bu kadar uzun süren bir taciz nasıl saklı kalabilmiş, ailesi nasıl durumdan haberdar olmamış, tam bir muamma. Fakat, okuduğum kadarıyla, cinsel taciz vakalarında tacize uğrayanlar bu durumu utanç içinde saklarken, bazen aile bile bir şeyleri görmezden gelebiliyor. Çok utanç verici bir durum, fakat ne yazık ki dünya çapında geçerli olan bir senaryo bu. Diğer yandan, bu cinsel yakınlaşmalar sırasında, Dolores tahrik olmuşsa ve zevk almışsa, kendisini hep suçlu hissedecektir. Oysa hiçbir suçu yok, ama fizik gerçeklikler de ister istemez devreye girmekte. Dolores bu tacizler hakkında şunları söylemiş:

“Anoreksiya oldum, depresyona girdim ve çöktüm. Neden kendimden nefret ettiğimi biliyordum. Neden kendimi kustuğumu biliyordum. Neden yok olmak istediğimi biliyordum.”

Sanırım yeterince açık. Kendini suçlu hissetmiş ve muhtemelen hiç affetmemiş. Konuyu burda kesiyorum. Çok özel bir durum. Artık yaşanan yaşandı ve yapılacak bir şey kalmadı. Talihsiz bir kadının hayatını didiklemenin anlamı yok.

***

Bu yazımda, Dolores’in söylediği “Zombie” şarkısının bende uyandırdığı hisler üzerinde durmak istiyorum. Kafamızın içinde dolaşan bir zombi hakkında düşündüklerimi paylaşacağım.

Dolores’in öyküsü benim için hiç yabancı değil. Hatırlayamadığım sayıda sanatçının hayat öykülerini, görüşlerini okudum. Çoğu “normal” değildi ve hayatı uçlarda yaşıyorlardı. Seks, uyuşturucu, depresyon, intihar… Bunlar ortalama muhafazakar değerlere sahip bir insanın kolayca kabul edeceği şeyler değil. Genelde “normal” ve “iyi” insanlar bu tür şeylerden uzak dururlar ve kendilerini temiz, ahlaklı kişiler olarak kabul edip öylece yaşar giderler. Ama biliyor musunuz, ben en çok “normal” ve “iyi” insanlardan korkarım.

“Normallik” aslında bir kabulleniştir. Mevcut durumu, statükoyu, gölgelerde saklı duran binlerce pisliği ve onların üzerinde yükselen düzenimizi kutsamaktır normallik. Hemen hepimiz hayatımızın bir döneminde bu normal duruma alıştırılır ve onu sorgulamayı unuturuz. Bazıları ise asla alışamazlar, asla rahat ve huzurlu olamazlar. O tarz insanları severim. Davranışları, ahlak anlayışları, düşünceleri çoğunluğu rahatsız etse de, sınırları zorlayan insanları daima sevmişimdir.

Konuya artık balıklama gireyim. Bir “hapishane” içinde yaşıyoruz. Bu öyle bir hapis yurdu ki ondan kurtulmak için hangi kapıyı açsak karşımıza hapishanenin bir başka odası çıkıyor. Aynı hapishanenin farklı hücrelerinde yaşıyan mahkumlar gerçek kurtuluşun kendilerinde olduğunu iddia edip diğerleriyle savaşıyorlar. Tek kurtuluş komünizm! Tek kurtuluş falanca dine uyup yaşamak! Tek kurtuluş devrim! Tek kurtuluş serbest piyasa ekonomisi! Tek kurtuluş ruhsal uyanış! Sloganlar bitmiyor.

Ortada duran gerçek ise son derece basit. O kadar basit ki yazmaya bile utanıyorum. Bizler, şu veya bu şekilde, birbirimizle çarpışmaya mahkum canlılarız. Bir hayvanın basitliğine sahip olsak belki bu kadar acı çekmezdik. Beslenme zamanı geldiğinde avlanır, cinsel güdülerimiz uyandığında çiftleşir, sonra yavrularımızı büyütür ve yeni nesillere yol açmak üzere sessizce ölür giderdik. En azından bu durumu sorgulamaz, davranışlarımızdan suçluluk duymaz ve masumiyete dayalı bir şiddet sergilerdik.

Fakat, işin en berbat tarafı, bizler “geliştik”, karmaşıklaştık … ağdalı teolojiler, ciltler dolusu ideolojiler, modern şehirler geliştirdik ve davranışlarımızın ardındaki yıkıcılığı ustalıkla maskelemesini öğrendik. Böylece kendimizi “iyi insanlar” olarak görüp sayısız teselliler üretmekte uzman kesildik. Gelin, şimdi bu yaraya çok acımasız bir şekilde bakalım.

Bir sahne düşünün. Sahnede bir rock şarkıcısı veya bir ülkenin yerel müziğini icra eden barışsever bir sanatçı olsun. Seyirciler de öyle; hepsi barış yanlısı, hepsi sevgi ve kardeşlik yanlısı. Saatler akar geçerken seyirciler barış şarkılarını sahnedeki solistle birlikte söylemekte … ya arka planda saklı olan? Tüm bu barış şarkılarının söylenmesi için enerji gerekmekte. Öyle ruhsal enerji falan değil, bildiğiniz enerji. Aydınlatma, ses ve diğer şeyler için gereken elektrik. Tuvaletler için gereken su. Tuvalete giden insanların yiyeceği bir şeyler. Onlara hizmet edecek görevlilerin alacakları para. Tüm alt yapının gerektirdiği masraf. Bu masrafı çıkarması gereken organizatörün kâr hesabı. Salondaki her kişinin geçinmesi için gereken, aklınıza gelebilecek her tür ihtiyaç. Hiç romantik değil, öyle değil mi? Ama ne yazık ki hayatın önümüze koyduğu gerçeklikler bunlar. Tüm bunların sağlanması içinse, bazı askerlerin çeşitli yerlerde çarpışması, ölmesi ve öldürmesi, sonra onların zaferleri sonucu bizim şehirlerimize enerjinin akması gerekmekte. Gerisi ise devasa bir makyaj. Cepheden gelen tabutlar. Atılan din-iman-vatan-millet nutukları. Her cenazeden bir pay çıkarmasını bilen politikacıların ateşli konuşmaları ve dünyanın her yerinde yaşanan aynı traji komik senaryo.

İşte, durumun tüm acımasızlığı burda. Vatanını ve milletini ve dahi dinlerini çok seven “iyi insanların” biteviye tekrarladıkları şey ise, ortaklaşa sürdürülen bir vahşetin kendi taraflarında kutsanması. Yaşasın dağın bu tarafında yaşayanlar, kahrolsun dağın öbür tarafında yaşayanlar ! Ne kadar iyiyim ama !!!

İşte bu yüzden artık milliyetçi değilim. Dindar hiç değilim. İyi insan olmaya gelince. İyi falan da değilim. İyi insan olmanın canı cehenneme. Sadece orta yerdeki manzarayı gören, bunu değiştirebilecek hiçbir gücü olmayan, fakat kendisini iyi diye yutturmaktansa, sessiz çaresizliğini paylaşan kendi hâlinde biriyim … Hepsi bu.

***

Yazdıklarım ışığında, benim gerçekten sevdiğim ve birer sanatçı olarak kabul ettiğim kişiler ise, bu cenderenin, kendi duvarlarını yükselten bu hapishanenin az çok farkına varabilen herkes. Kendisiyle savaşmaktan yorulan ve sonunda bizim süslü püslü düzenimize okkalı bir siktir çekip kendi hayat ışığını arayan herkes. Mesela Bukowski gibiler veya Bill Hicks gibi insanlar. Daha da açık yazarsam, önünde sonunda, yalnızlığı arayan, yalnız olmaktan korkmayan ve üç kuruşluk bir methiye için toplum denen kıyma makinesine tapınmayan herkes.

Bir de sanatçı taklitleri var ki, midemi bulandırmakta. Falanca devlet reisinin muhterem ve muhteşem taşaklarını yalamak için sıraya giren anlı şanlı şöhretler. Onları saymak bile istemiyorum. Özellikle bizim ülkemizde bol bol var bu mastürbasyon divalarından ve duayenlerinden.

***

Etrafta bir zombi dolaşıyor. Yıkıma, parçalamaya ve tüketmeye odaklanmış bir zombi. Hemen burda, yanıbaşımızda. Yaşadığımız evde, yürüdüğümüz sokakta, falanca derneğin yıllık toplantısında. Saldırıyor, öldürüyor, parçalıyor, hastalığını diğerlerine bulaştırıyor ve herkesi kendisi gibi bir saldırgana dönüştürüyor. Sonra bu saldırgan sürü, “bizler ne iyi insanlarız” şarkısını söyleyerek bir başka saldırgan sürüye karşı hareketleniyor.

Aman, sakın kimse bana kurtuluş reçetelerinden falan bahsetmesin. Her kurtuluş reçetesi ayrı bir yıkım getirmekte. Sadece teselliler ve makyajlar değişik. Hepimiz komünist olsak ne değişecek? Veya hepimiz aynı dine, aynı ideolojiye bağlansak ne değişecek? Yaşam bizi çarpışmaya mahkum etmiş, hiç değilse dürüstçe oynayalım bu oyunu.

***

Bukowski, “Kasabanın en güzel kızı” öyküsünde ne güzel anlatmıştı bu durumu. Bir kız ölmüştü. Çok güzel bir kız. O kadar güzeldi ki, güzelliğinden utanıyordu. Sonunda kendisini öldürmekten başka çare bulamamıştı. Kızın ölümünün ardından, öykünün kahramanı evine gidiyor, dağınık odasında bir şişe daha şarap çekip gecenin huzurunu ve sessizliğini bulmaya çalışıyordu. Ama birileri dışarda durmadan kornaya basıyor, kendi üç kuruşluk egosunun reklamını yapıyordu. Ve öykü kahramanı kapıyı açıp gecenin karanlığına bağırıyordu:

KES ARTIK ŞU GÜRÜLTÜYÜ OROSPU ÇOCUĞU !

Ve Bukowski öyküsünü şu cümleyle bitirmişti: “Gece üstüme üstüme  geliyordu ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu.”

***

Gerçekten yapılabilecek bir şey yok mu? Düzenine, rahatına, emniyetine, konforuna, devletine, dinine, milliyetine bağlı milyarlarca insanın iyilik ve barış adına işlediği sayısız kötülüğü sona erdirmenin bir yolu yok mu?

Belki var. Belki de büyük bir yıkım yaşamamız, belki daha basitleşmemiz veya biyolojik olarak değişmemiz gerekmekte. Bilemiyorum. Bu yazıyı yazarken, gecenin içinde saat ilerlemekte ve doğrusu kimseye palavradan dünya kurtuluş reçetesi üretmeye niyetim yok.

Neticede, güzel bir sanatçı daha gitti. Şarkısında dediği gibi, ne senin ailen suçluydu, ne benim ailem suçluydu … ama bir şeyleri yanlış yaptık.

Neyse. Sanırım en iyisi normal görünmek. Zihnin en karanlık odasında saklanan deliyi görmezden gelip iyi insan rolü oynamak. En iyisi bir içki daha açayım ve artık düşünemez hâle gelene kadar içeyim. Nasılsa herkesin kendi uyuşturucusu var. Benim de kişisel uyuşturucularım var ve işin en boktan tarafı intihar edecek cesaretim bile yok.

Saygılar.

Denemeler içinde yayınlandı | Yorum bırakın

FORREST GUMP. MASUMİYETE KOŞAN ADAM

Seyrettiğim sayısız film içinde beni derinden etkileyen, pek çok sahnesini gözyaşlarıyla izlediğim bir filmdir Forrest Gump. Bu filmden neler anladığımı, “ay çok beğendim şekerim” tarzında duygusal bir yaklaşımla değil, belli bir felsefe ile sizlere aktarmaya çalışacağım.

Filmin içinde Amerika tarihine ve Amerikan yaşam tarzına çeşitli göndermeler var. Örneğin Watergate Skandalı, John Lennon’un öldürülmesi gibi. Bunlar hemen her ülkede görebileceğimiz türden skandallar, politik oyunlar ve suikastler. Dolayısıyla, yerel unsurlara takılmadan filmin akışında gizlenmiş mesajlara ulaşmaya çalışmaktayım.

Forrest Gump zeka bakımından yetersiz fakat şaşılacak bir doğallığa, içten gelen bir sevgiye sahip olan bir insan. Bin türlü ayak oyunu ile yaşayan bir toplum ile Forrest Gump’ın masumiyeti ortaya büyük bir çelişki ve seviyeli bir toplum eleştirisi çıkarmakta.

Gump’ın göze çarpan ilk özelliği onun hiçbir konuda iddialı olmaması ve rekabetçi bir tutum içine girmemesi. Hafif otistik yapısıyla Gump, ortalama bir insanı zorlayacak bazı şeyleri rahatlıkla yapabilmekte. Hızlı koşmak, pinpon oynamak gibi. Dahası, Gump, içinde yaşadığı toplumun çalışma dinamiklerini hiç bilmemekte. O, kendi yalın dünyası içinde elinden geldiğince çırpınan ve dümdüz yaşayan bir insan. Ayrıca, yürekten seven bir insan.

Önce aşkından başlamak istiyorum. Forrest Gump’ın aşkı sinemada seyrettiğim en yoğun, duygu yüklü ve saf aşklardan biri. Çocukluk arkadaşı Jenny’e âşık oluyor. Fakat içten içe Jenny’nin çok akıllı ve güzel bir kız olduğunu, kendisinin onun yanına pek yakışmadığını bilmekte. En güzel yanı ise, asla sevdiği kızı sahiplenmeye kalkmıyor. Çok kısa olarak Jenny karakterine değinmek isterim. Gump’ın yerinde ben olsam, ben de o kıza âşık olurdum. Jenny, Amerika’nın rekabetçi sistemine başkaldıran, arayış içinde olan ve bu arayışın bedelini çok acı şekilde ödeyen bir kız. Dilese büyük bir şirkete kapağı atar, işinde yükselir, geliri iyi olan birini bulup evlenir ve sistemin mükemmel bir parçası olabilirdi. Ama Jenny, kusursuz bir aşk, barış dolu bir yaşam özlemi peşinde koşarken, ona hiç layık olmayan tiplere kapılan, uyuşturucuya alışan, vücudunu ve hayatını mahveden bir kız. Amerikan jargonu ile ifade edersem, o bir kaybedici “loser“. Herkesin timsah gibi birbirine saldırdığı bir sistemde Jenny gibi iyi niyetli insanların ezilmesi zaten ayrı bir trajedi.

Akıp geçen yıllar içinde Forrest Gump sevgilisi Jenny’i uzaktan takip ediyor. Yıllar sonra, Jenny kendisine mecburiyetten dolayı geri döndüğünde çok insanın yapamıyacağı bir şeyi yapıyor Gump. Kızı yargılamıyor, ona kaç erkekle yattığının hesabını sormuyor, üstünlük taslamaya çalışmıyor. Onu öylece seviyor. Eğer yeryüzünde aşk denen bir şey gerçekten varsa, sanırım buna benzer bir şey olmalı. Sahiplenmeye ve kontrol etmeye çalışmayan saf sevgi.

Kendi hayat mücadelesi içinde Gump, yüzeysel olarak bakıldığında onu yargılayabileceğimiz her şeyi yapıyor. Orduya yazılıyor. Emirleri harfi harfine yerine getiriyor. Bir sürü tesadüfler sonucunda çok zengin oluyor. Ama o bir savaşçı değil, bir kapital meraklısı da değil. Hayat tüm bunları ona sunuyor ve Gump sessizce alıyor onları. Forrest Gump’ın hayatla ilgili hiçbir şeyi “anlamadan” takındığı tutum, aslında kendini çok akıllı zanneden insanların tutumundan daha bilgece. Gump siyaseti bilmiyor, kimseye dünyanın nasıl kurtarılacağı konusunda nutuk çekmiyor. Gump, yaşamı ve ölümü öylece kabulleniyor ve asla bir bilgelik iddiası olmadan gayet bilgece bir yaşam sürüyor. Filmin bir sahnesinde, kanser olan annesi Gump’ı yanına çağırıp artık öleceğini söyleyince Gump gayet basit bir soru soruyor:
– Neden anne? Neden ölmek zorundasın?

Annesi ona, sırası gelen herkesin bir gün öleceğini söyleyince Gump olduğu gibi kabul ediyor bu cevabı. Ölüm karşısındaki bu sade duruş, -hayvanların hep sahip olduğu ama biz akıllı insanların kaybettiği bu duruş- gerçekten saygıya değer. Peki, annesinin verdiği cevap doğru mu veya yeterince aydınlatıcı mı?

İşte Gump tiplemesinin en dikkate değer yönü burası. Kendi annesi dahil olmak üzere, Gump herhangi bir konuda bir cevap aldığı zaman onu öylece kabullenen ve cevabın gerektirdiği davranışı yerine getiren bir insan. Epey aptalca görünmekte. Verilen her cevabı öylece kabul edersek, başkaları tarafından yönetilmeye açık mükemmel bir piyon olmaz mıyız? Bir yönü ile evet. Ama toplumdaki diğer insanlar Gump’dan daha mı akıllı? Neticede milyarlarca insan vatan sevgisi, toplum düzeni, ölüm gibi konularda birilerinin verdiği cevabı “öylece” kabullenip yaşamıyorlar mı? O zaman, Gump’ı aptal yapan, diğerlerini ise “akıllı” kabul etmemizi sağlayan şey ne? Herkesin kendince bir avuntusu, kendi doğruları yok mu? Gelin şimdi açalım şu “akıl” konusunu.

Bence filmin ana mesajını oluşturan en çarpıcı sahnesine geliyorum. Günlerden bir gün, Gump evinin bahçesinde amaçsızca otururken aniden içinden gelen bir hisle koşmaya başlar. Kasaba sınırına kadar koşar. Sonra, hazır buraya kadar gelmişken bari komşu kasabaya koşayım der ve koşar. Komşu kasabaya geldiğinde eyaletin tamamını koşmaya karar verir. Sonra diğer eyalet derken ülkenin okyanusla birleştiği yere kadar koşar. Böylece uzun bir zaman boyunca koşar ve toplumun dikkatini çeker. Sonunda birileri onun büyük bir “bilge” olduğunu düşünüp peşine takılır. Böylece Gump, arkasındaki hayran kadrosuyla birlikte koşar, koşar. Sonunda çok yorulur ve geri dönmeye karar verir. “Müritleri” onun durduğunu görünce, hayata ait büyük bir sırrı açıklayacağını düşünerek heyecanla beklerler. Fakat Gump onlara aldırmadan evin yolunu tutunca, içlerinden biri sorar:
– Peki, biz ne olacağız?
İşte insanların aptallığının sınırsızlığını ortaya koyan müthiş bir sahne. Gump, her zaman olduğu gibi masumdur. Kimseye bilgelik iddiasında bulunmamış, kimseyi kendi yoluna çağırmamıştır. Onlar kendileri gelmişler ve aradıkları cevabı bulamayınca derin bir hayal kırıklığı yaşamışlardır. Toplum düzeni de böyle işlemez mi? Birileri koşar ve başka birileri onların peşine takılır. Üstelik, çoğunlukla, koşuya başlayanlar peşlerindeki insanları açıkça aldatırlar. Bunların bir kısmı yaşam gurusu, bir kısmı manevi alemden mesajlar getiren bir şeyh olduklarını iddia eder ve bu aptallık koşusu yüzyıllar boyunca sürer gider. Kendi yolunda koşanları az çok anlayabiliriz. Bir hedefleri vardır. Ya onların peşine takılanlar? İşte “sihir” burdadır. Birilerinin peşinde koşanlar, ardından koştukları kişinin aracılığıyla kendilerini önemli, “aydınlanmış”, “ermiş” gibi gösterme derdindedirler aslında. Kimin peşinden koştukları farketmez, herkes birilerinin peşinde koşar ve ortaya şaşırtıcı bir durum çıkar. Birilerinin peşinde koşanlar, içten içe, yanlış yolda koştuklarını anlasalar bile, yol o kadar ilerlemiş ve hayat o kadar kısalmıştır ki, bir hiç uğrunda koştuklarını kendilerine bile itiraf etmekten korkarlar. O zaman, tekrar sormak isterim; kim aptal, kim akıllı?

Peki, bunca koşuşturmaya karşılık hayat hiç mi bir şey vermez bizlere? Vermez olur mu? Elimize bir iki külah dondurma tutuşturur ve onu yalayarak mutlu oluruz. Bir sahnede Gump poposundan vurulur. Yatırıldığı hastanede ona bol bol dondurma verirler ve Gump sevinç içinde konuşur:
– Poponuzdan vurulmanın en güzel yanı nedir, biliyor musunuz? Dondurma, bir sürü dondurma!
Bu basit gibi görünen sahnede ağladığımı itiraf etmeliyim. Aptallığımızı yüzümüze vuran, ne kadar alçakça kullanıldığımızı gösteren mükemmel bir sahneydi. Gerçek hayatta bir sürü insan ellerine tutuşturulan “dondurma” ile avutulmaz mı? Bir annenin çocuğu cepheye gönderilir. Kimbilir hangi kalantoru daha da zengin edecek bir savaşta bacaklarını kaybeder veya paramparça olmuş cesedi gözleri yaşlı ailesine tumturaklı bir törenle teslim edilir ve bir araba dolusu laflar edilir:
– Vatanımızııın selametiiiii veeee yüce dinimiziiiin bekası içiiin şehit düşmüüüş bu evladımııız …
Tüm bu nutuklar atılırken, cenazedeki politikacılar, bazı hacı yatmaz tipler devlet ihalesindeki ranttan ne kadar pay alacaklarını düşünerek durumu idare ederler. Topluluk dağılır, cenaze toprağa verilir, imam efendi şehit düşen çocuğun ne büyük bir manevi mertebeye eriştiğini anlatan kısa bir vaaz verir ve herkes kendi yoluna çeker gider. Geride, kendisi ve oğlu kullanılmış bir aile, bir gün bit pazarına düşecek bir plaket ve biraz dondurma kalır. Yala, keyfini çıkar, ötesine karışma…

Bu yazdıklarıma milliyetçi görüşe sahip olan insanlar itiraz edebilir. Efendim, şehitlerimiz olmasa sen bu ukalaca lafları edebilir miydin acaba, diyenler olabilir. İtiraz etmem. Neticede çark böyle dönüyor. Herkesin kendi kutsalı, kendi şehitleri var. Çinli aile de böyle teselli buluyor, Amerikalısı da böyle düşünüyor; … efendim, Ruslar, Japonlar, Araplar vs …. herkes kendi şehidini kutsayıp duruyor. Bu arada parçalanmış cesetler tabutlara dolduruluyor, yeni yeni nutuklar atılıyor, ama işin en güzel tarafı:
bol bol dondurma dağıtılıyor ve hayat bizi popomuzdan vurmaya devam ediyor.

Bunların hiçbirini anlamadan yaşayan Forrest Gump’ın masumiyeti, kitaplıklar dolusu tezden, binlerce sayfalık ağdalı analizden daha çok şey ifade etmiyor mu?

Elbette, tüm bu hengamenin ortasında, kendimizin ayrıcalıklı ve “hak yolda” olduğunu zannetmemizi sağlayan kocaman bir avuntumuz var. Din. Tanrı. Her ne ise. Hiç kimse, haybeye öldük diyemediği için, yani başka şekilde anlatmam gerekirse, kimse yanlış yolda yanlış kişinin peşinde yıllarca koştuğunu itiraf etmeye yanaşmadığı için, herkesin dört elle sarıldığı ilahi komedya. Yüce İsa, kutsal babamız, alemlere rahmet olarak gelen nebi, aydınlanmış Buda, ulusumuzun koruyucusu aziz bilmemne efendimiz … sayın sayabildiğiniz kadar. Bir başka sahnede, Gump, çok sevdiği teğmen Dan ile konuşurken, televizyonda bir Hristiyanlık kuruluşunun ayini gösterilmektedir. Hayatı mahvolan ve isyan eden teğmen Dan sorar:
– İsa’yı bulabildin mi Gump?
– Onu aramam gerektiğini bilmiyordum efendim.

Kendi saflığı içinde mükemmel bir cevap! İnsanlar ararlar, çünkü onlara birilerini aramaları gerektiği öğretilmiştir. Böylece, neden illa birilerini aramaları gerektiğini sormadan, insanlar mükemmel olduklarını inandıkları bir modeli aramaya başlarlar. Burda, önemli olan, gerçekten bir modelin varolup olmaması değildir. Önemli olan şey, arayışın kendisidir. Böylece bir sürü insan, kendi içinde saklı duran özü, kendinde olan İsa’yı, kendinde olan Buda’yı bulamadan yaşar gider. Püf noktasına geliyorum. Ne İsa’yı, ne Muhammed’i, ne de Buda’yı veya başka birini kötülemek niyetinde değilim. Benim eleştirdiğim şey, insanların sınırsız, sonsuz taklit arzuları ve boşuna yaptıkları koşular. Yıllar önce, felsefeci Nietzsche, kendilerini kırbaçlayarak, aç bırakarak veya bir izbeye kapanarak “aydınlanacaklarını”, aynen İsa gibi olacaklarını zanneden sürüye şu cevabı vermişti:
– Zavallılar. Sadece bir tane İsa vardı ve çarmıhta öldü!
Burda temel sorun, İsa isimli bir insanın gerçekten yaşayıp yaşamadığı veya yolunun en doğru yol olup olmadığı değil.  Temel sorun, bir insanın kendisi olacak yerde, bir başkası olmaya çalışması. İşte Forrest Gump bu yüzden, geriye kalanların hepsinden üstün. O, en azından kimseyi taklit etmek için uğraşmadı. Tüm aptallıklarıyla, tüm saflığıyla kendisi oldu, kendi olarak yaşadı.

Neticede, konuyu toparlıyorum. Forrest Gump para hırsına kapılmadan para kazandı. Bilge olmaya çalışmadan takdire değer doğallıkta bir hayat sürdü. Sahiplenmeye kalkmadan sevdi. İnsanlara hiçbir ders vermeye çalışmadan onları etkiledi. Kimseyi kullanmayı düşünmeden kendince tanrıya inandı.

Ne yazık ki, Forrest Gump sadece hayal ürünü bir karakter. Forrest Gump “iyi” kelimesini hak eden iyi bir insandı. Çünkü kendi üstünlüğünü ispat etmek gibi bir hırsı yoktu.

İnsanlar çatışırlar. Maddi gereksinimlerine ek olarak, insanlar kendi doğrularını ispat etmek için çatışırlar. Hep aşk, sadakat, vatan, din, namus gibi kavramlar uğrunda, yani iyi bir yolda yapıldığı iddia edilen bu çatışmalardan sonsuz kötülükler doğar. Fakat, herkes kendi yolunda o kadar mutludur ki, kimse yolun sonunda ne olduğunu kendine sormaz. Sadece koşarlar.

Film hakkında yazabileceğim daha bir sürü şey var ama sanırım bu kadarı yeter.

Bana, haklı olarak, peki sen hiç mi aldanmadın diye sorabilirsiniz. Aldanmaz olur muyum. Defalarca aldandım ve sayısız insan gibi ben de popomdan vuruldum. Fakat -aramızda kalsın- size bir şey söyliyeyim:

Poponuzdan vurulmanın en güzel yanı nedir, biliyor musunuz?
Dondurma, bir sürü dondurma!

Saygılar.

7. Sanat içinde yayınlandı | 1 Yorum

LILLIAN GISH – 1893-1993

SİNEMAYA ADANMIŞ BİR YAŞAM. LILLIAN GISH (1893-1993)

Şimdi sizlere bir mucizeyi tanıtacağım. Sinemayla geçen yaklaşık 75 yıl. Çoğu insanın ömründen uzun bir süre. Lillian Diana Gish, 1893’te Ohio’da doğdu. Babasını hiç tanıyamadı. Babası alkolik, sorumsuz bir insandı ve evi terkedip gitmiş, annelerini iki kızla başbaşa bırakmıştı. Anneleri, Mary Gish sanatçı bir kadındı. Kendine ait ufak bir tiyatro kampanyası bile kurmuştu ve aile Amerika’nın çeşitli yerlerinde gösteriler sergileyip para kazanıyordu. Bu şartlar altında Lillian, kız kardeşi Dorothy ile birlikte ilk defa sahneye çıktığında 6 yaşındaydı. Çeşitli yorumculara göre eğer sinemaya geçmeseydi çok büyük bir tiyatro oyuncusu olabilirdi ama sinema onun alnına yazılmıştı.

Küçük yaşlarından itibaren, sonradan Amerika’nın bir numaralı kadın oyuncusu olacak Mary Pickford’la arkadaş olmuştu. Kısaca Mary Pickford için şunu söyleyebilirim. Asla, mesela bir Greta Garbo gibi uluslararası planda tanınmamıştır ama Amerika’da kadına taparlar. Bugün bile ismi bir efsanedir. Erkeklerde Charlie Chaplin ne ise kadınlarda Mary Pickford odur. Zaten lakabından belli: “America’s sweetheart”. Amerika’nın sevgilisi.
Bu durum Lillian Gish için büyük avantaj oluşturacaktı; zira ilerde Mary Pickford ona yükselişinde çok yardım edecekti. Her iki kiz da benzer karakterlere sahipti. İkisi de dindar ve muhafazakardı, ikisi de geleneksel ahlaka çok önem veriyor ve erkeklere yakınlaşmaktan kaçınıyordu.

19 yaşındayken Lillian, en büyük yönetmen ve yapımcılardan biri olan D.W.Griffith ile tanıştı. Griffith kızın asil tavırlarından ve güzelliğinden o kadar etkilenmişti ki, hemen ona bir rol verdi. Böylece Lillian 1912 yapımı “Görünmeyen Düşman” isimli kısa metraj bir filmle beyazperdeye giriş yaptı. 1916 yılında kadar yaklaşık 80 kısa metraj filmde oynadı. 1920’lere girildiğinde o kadar ünlü olmuştu ve kendine güveniyordu ki hangi filmlerde oynayacağına kendisi karar veriyor ve çok seçici davranıyordu. Bu arada arkadan muhteşem bir kuşak gelmekteydi. Gloria Swanson, Norma Shearer, Clara Bow, Theda Bara gibi isimler sinema salonlarını doldurmaktaydılar. Fakat, şaşılacak bir şekilde, Lillian Gish’in yüzü hiç eskimiyordu. 30-35 yaşlarında bile, yüzünde sanki 16 yaşındaki bir genç kız havası vardı.

1930’ların başlarında sessiz dönem oyuncuları birer birer perdeden ayrıldılar. Sesli sinema dönemi başlıyordu ve oyuncuların ezici bir çoğunluğu uyum sağlayamayacaklardı. Clara Bow gibi sessiz sinemanın idolü bir kadın bile, karşısında mikrofonu gördüğünde şaşırıyor, neler söyleyeceğini unutuyordu. Theda Bara sinir krizleri geçirmekteydi. Louise Brooks aylarca içmiş, bir iki sesli filmde yan roller aldıktan sonra dans okulu açmış ve perdeyi terketmişti. Mary Pickford, ilk sesli film örneğini seyrettikten sonra yanındakilere dönüp “hanımlar, bavullarımızı toplayalım, bu iş buraya kadar…” demişti. Pickford oyunculuktan yapımcılığa geçti ve çok başarılı oldu. Charlie Chaplin’le birlikte United Artists şirketini kurdu. Ayrıca, sonradan Oscar diye anılacak Amerikan Film Akademis’inin 36 kurucu üyesinden biri oldu. Sinemadan bir servet kazandı ve dünyanın en zengin kadınlarından biri olarak öldü.

Geçiş yaşanırken, Lillian Gish 10 sene kadar ortalardan kayboldu. Sonra 40’lı yıllarda geri döndü. Nerdeyse 50 yaşında. Paraya mı ihtiyacı vardı, bilemiyorum. Oynadığı filmlerden birkaç tanesini saymama bile gerek yok. Listeye baktım. Hepsi 2. sınıf diyebileceğim filmler. Bunlardan sadece bir tanesinde, 1947 yapımı “Güneşin Altında Düello” filmiyle en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar ödülüne aday gösterildi ama kazanamadı. 60’lardan sonra TV dizilerine geçiş yaptı. Hatta, ülkemizde de çok sevilen “Aşk Gemisi” dizisinin bir bölümünde bile rol aldı.

Bu yazdıklarımda şaşılacak bir şey yok. Çoğu oyuncu, yaşlanmaya başladıklarında, sinema kadar hüner gerektirmeyen ve daha avama yönelik olan TV yapımlarına geçmiştir. Asıl şaşılacak yere gelmek isterim. Bu güzel kadın, ömrü boyunca hiç evlenmedi. Nerdeyse hiçbir gönül ilişkisi veya yatak ilişkisi olmadı. Sanki dünyaya sadece filmlerde oynamak için gelmiş gibiydi. Hiç abartmıyorum, sessiz sinema dönemiyle ilgili yüzlerce sayfalık bilgi okudum ve binlerce resme baktım. Benim tutkumdur. Hiçbir yerde Lillian Gish hakkında bir aşk skandalına, bir seks ilişkisine veya kumar, uyuşturucu, içki vs kaydına rastlamadım. Çok aramama rağmen bir tane bile erotik pozunu bulamadım. Hollywood’un çılgın partileriyle zaten hiçbir alakası olmamış. Kadın sanki bir azize gibi yaşamış. İnanılacak gibi değil. Hakkında, yönetmen D.W.Griffith’e platonik şekilde âşık olduğu iddiası vardır ama ne derece doğrudur bilemem. Hollywood gibi bir ortamda hem güzel, hem ünlü olmak ve böylesine temiz kalabilmek gerçekten şaşılacak bir durum.

Onunla ilgili şöyle bir eleştiri yapabilirim. Evet, çok güzeldi, çok iyi oynuyordu ama bir tarzı yoktu. Oysa sessiz sinemada pek çok oyuncunun kendilerine has tarzları vardı. Örneğin, Louise Brooks’un o yandan bob-stil saçlarıyla ve insanı küçük görürcesine bir bakışı vardır ki unutulmaz. Greta Garbo taş gibi ifadesiz suratıyla ve delip geçen gözleriyle bir baktı mı insan âşık olurdu. Norma Shearer’in, karşısındaki erkeği adeta davet eden öyle bir bakışı vardır ki melek olsa yoldan çıkar; diğer oyuncular da böyledir. Lillian Gish ise, tüm güzelliğine rağmen asla bir “idol” olarak öne çıkamamıştır ama sinema tarihi içindeki önemi inkar edilemez. Sektöre yaptığı katkıyı gözönüne alarak AFI Amerikan Film Enstitüsü, “sinemanın ilk 100 yılındaki en iyi 100 kadın oyuncu” listesinde kendisine 16. sırada yer vermiştir.

Lillian Gish son filminde 94 yaşında rol aldıktan sonra, bir asrı devirip yaşlılıktan kaynaklanan organ yetersizliğinden hayattan ayrıldı.

Bazı sözlerinden alıntılar yaparak tanıtım yazımı bitiriyorum. Ekte bazı resimleri var. Saygılar.
***************************************************

Sesli sinemayı hiçbir zaman sevmedim. Bizler sessiz sinemada bambaşka bir sanat anlayışı geliştiriyorduk ama yarım kaldı.

Modern filmlerden hoşlandığımı pek söyleyemem. İnsanlar ve arabalar havada uçuşuyor. İnsanların en özel yerlerini bile yakın plan gösteriyorlar. Bana göre değil.

Tanrı’ya tüm kalbimle inanıyorum. Ona duyduğum inanç benim için hava gibi bir şey. Hava burdadır, onu göremezsiniz. Ama odadan havayı çekerseniz nefes alamazsınız. Ölüm sonrasında bir şeyler olduğuna da inanıyorum. Tüm bu hayat anlamsız bir çöp yığını olamaz.

Ben rol yaparım, işim bu. Hatta gerçek hayatta bile bazen rol yapıp yapmadığımdan emin olamıyorum.

Sinemasız bir dünyayı düşünemiyorum. Eğer icat edilmemiş olsaydı ne yapardım, bilemiyorum, hiçbir fikrim yok.

Sinema oyunculuğunda 3 şey önemlidir. Güzellikten anlamak, yetenek ve azim. Sanırım bende bunlardan biraz vardı.

(Greta Garbo hakkında) Ne diyebilirim ki. O, Greta Garbo. İsveç ormanlarının fırtınaları içinden tepemize sanki bir yıldırım gibi düştü.

Sinema içinde yayınlandı | Yorum bırakın

NORMA JEANE MORTENSON’A ÂŞIK OLAN ADAM

O bir fotoğrafçı. İsmi Andre De Dienes. 1913, Romanya Transilvanya doğumlu. Marilyn Monroe henüz kimse tarafından tanınmayan bir taşra kızıyken onun ilk resimlerini çeken fotoğrafçı. Andre De Dienes ana vatanında kendisi için fazla bir gelecek olmadığını anlayınca ABD’ye geldi ve ağırlıklı olarak portre, dergi için model kız (pin-up girls) ve “nudity” çıplaklık konularında bir ajansla çalışmaya başladı. Kendisinin de ünlenmesini sağlayacak bir model arayışı peşindeydi. Monroe ile tanışmasını şöyle anlatmış.

“Romanya’dan geldikten sonra bir sürü model kızla çalıştım fakat hiçbirinde yıldız havası yoktu. Bir gün ajanstan aradılar ve Norma Jeane isimli köylü bir kızın çekim yaptırmak istediğini söylediler. Buluştuk. Kızı daha görür görmez onun içinde bir seks perisinin saklı olduğunu anladım ve etkisine kapıldım. İlk görüşte âşık olmuştum. O benim hayatıma giren bir mucizeydi.”

İlk buluştuklarında Marilyn Monroe 19 yaşındaydı. Andre, kızla birlikte 5 eyaleti kapsayan ve haftalar süren bir çekime çıktı. Sahil kesimlerinde ve taşra çayırlarında Monroe’nin bir sürü resmini çekti. Bu yıllarda Monroe evliydi. Henüz 16 yaşında aile baskısıyla evlenmişti. Bir denizci olan kocasını hiç sevmiyordu ve görüşmüyorlardı. Zaten bu çekimlerden bir yıl sonra boşanacaklardı.

Çekimler sürerken, Monroe çok yoruluyor ve Andre’nin ikinci el olarak satın alıp onardığı eski Buick arabasının içinde uyuyakalıyordu. O ânları şöyle anlatmış: “O zamanlar benim Buick’in arka koltuğunda dünyanın en büyük yıldızının yattığını bilemezdim. Ama onun çok özel olduğunu biliyordum. Yanına uzanır ve sen benim küçük aşk kölem olacaksın derdim. Ben böyle deyince kıkırdayarak gülmeye başlardı. O kadar güzel ve kışkırtıcı bir gülüşü vardı ki…”

Üç yıl sonra bir dah buluştular ve yeni çekimler yapıldı. Monroe artık bir yıldız olma yolunda ilerliyordu. Son olarak 1953 yılında Andre’nin New York’taki stüdyosunda birlikte çalıştılar. Genç kadın iyice değişmişti ve dünya çapında tanınmasını sağlayacak efsanevi saç biçimine ve imaja dönüşüyordu. Bu son buluşmalarında kavga ettiler. Bir sanat tarihçisine göre, Andre genç kadına çok kızmıştı. Çektiği resimlerin hiçbirin yayınlamadı ve kendine sakladı. Belki onun yükselişini kıskanıyordu veya kadını tehlikelere karşı uyarmak istemişti. Bilinmiyor. Bilinen tek şey, Andre’nin çektiği resimleri ölene kadar gizli tuttuğu.

Bu süreçte Marilyn Monroe artık bir yıldız olmuştu ve onu tanımayan yoktu. Fakat çok tehlikeli ilişkiler kurmuştu. Kennedy ailesine fazla yakınlaşmıştı. Ayrıca Frank Sinatra aracılığıyla Mafia patronlarıyla birlikte olmaya başlamıştı. 4 Ağustos 1962 gecesinin sabahında ölü bulundu. Ölüm raporuna göre Nembutal ve benzeri uyku hapları almıştı. Ama durum çok şaibeliydi. Otopsiyi takip edenlere göre, midesinde haplardan kaynaklanan bir ize rastlanmamıştı. Genç kadına şiddetle saldırıldığı ve hapların ağzına sonradan sokulduğunu gösteren işaretler vardı. Ne olduysa oldu, ölüm raporunun ardından cenaze makyajı yapıldı ve hemen toprağa verildi. Ölümünden bir gece önce, Frank Sinatra’nın göl kıyısındaki malikanesinde dönemin güçlü Mafia patronu Sam Giancana ile birlikte olmuştu. Giancana, Sicilya kökenli Cosa Nostra üyesi bir patrondu. Kennedy ailesiyle güçlü ilişkileri vardı. Ülke çapında kumarhane ve randevu evi işletmeciliğini yürütüyordu. Devlet onun pis işlerine göz yumuyordu. Buna karşılık Giancana, ABD içinde yükselen sosyalist ve komünist faaliyetleri bastırıyor, Hoffa gibi sendika liderlerini ortadan kaldırıyor veya onları satın alıp sarı-sendikalar şekline dönüştürüyordu. Uzatmıyorum, bu çok uzun bir öykü.

Hiç şüphesiz, Monroe’nin ölümünün ardından en çok üzülenlerden biri Andre olmuştu. Günlüğüne çok kısa olarak şunu yazmış: “Kendisini seven iyi kalpli birini bulup evlenmesi ve gösteri dünyasından çekilmesi gerekirdi. Ama o durmadı.”

Andre De Dienes 1985 yılında öldü. Ardında yüzlerce modelin çıplak resimlerini içeren 30 kadar albüm bıraktı ama Monroe fotoğraflarını hep sakladı. Bir zamanlar onun modeliyken âşık olan ve evlenen karısı Shirley Dienes, ölümünün ardından, garajda bazı şeyleri temizlerken gizli bir bölme keşfetti. Açtığı kutunun içinde Marilyn Monroe’nin resimleri ve kocasının günlüğü duruyordu. Shirley Dienes bu resimleri Monroe fotoğrafları toplayan bir sanat koleksiyoncusuna sattı. Bu sayede güzel yıldızın hayranları onun hiç görmedikleri resimlerine kavuştular.

Aşağıda, Andre De Dienes’in çektiği bazı resimler var. Beğenmeniz dileğiyle…

7. Sanat içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

LULU – YENİDEN KEŞFEDİLEN BİR KADIN

Sessiz sinema döneminin kadın oyuncularına bakarken, bir kadının resmi karşısında tutulup kaldım. Louise Brooks. İnanılmaz bir cazibesi vardı. Kim olduğunu merak edip hayat öyküsünü okumaya başladığımda hayranlığım katlanarak arttı.

Louise Brooks, (1906-1985) sadece bir seks idolu değildi. 1920 ve 30’ların kadın hareketleri içinde, “flapper girls” denilen asi ve bağımsız kadın kimliğini tek başına yaşatmış ve sayısız kadın onu taklit etmişti. Brooks modaya uymazdı, çünkü onun giydikleri modayı belirlerdi! Dokuz yaşındayken bir erkek komşu tarafından çok ağır şekilde cinsel tacize uğramış ve senelerce erkeklerden nefret ederek yaşamıştı. Evliliklerinin hiçbiri yürümedi. Seksüel açıdan bağımsızdı ve dönemin erotik dergilerine çırılçıplak pozlar verecek kadar cesurdu. Tıpkı Meryl Streep filmlerindeki kadın tiplemeleri gibi huzursuz, sorunlu, isyankar ve geçinmesi çok zor bir kadındı. İki kocasından da boşandı. 1938 yılında ikinci kocasından boşandıktan sonra bir daha evlenmedi ve 1985’teki ölümüne kadar bekar yaşadı. Bu süreç içinde bir geceliğine Greta Garbo ile birlikte oldu. 14 yaşından beri çok sıkı bir şekilde içki içiyordu. Ölümünün ardından, Avrupa ve Amerika’da çevirmiş olduğu filmler yeniden keşfedildi ve üstün oyun gücü anlaşılmaya başlandı. Filmlerinde kendini oynamıştı. “Her limanda bir kız“, bunun ardından gelen “Kayıp bir kızın güncesi” filmlerinde erkekler tarafından basit bir fahişe muamelesi gören bir kadının dramını ustalıkla canlandırdı. Sonra, tüm eleştirmenlere göre, en iyi filmi olan “Pandora’nın kutusu” filminde, aynı anda hem melek hem de şeytan olabilen çelişkili kişiliğini göz kamaştıran bir oyunculukla sergiledi. Hollywood’ta geçirmiş olduğu yılları “Lulu Hollywood’ta” isimli oto biyografisinde anlattı. O kitabı okudum. Anadiline çok hakimdi ve mükemmel bir İngilizcesi vardı. Kısaca, sadece güzelliği değildi onu cazip kılan. O narin bedenin içinde ateş kadar sıcak, kontrol edilmesi zor bir ruh yaşatıyordu.

Günümüzde dahi Louise Brooks o kadar çok sevilmektedir ki, ona adeta tapan hayranları, bu kadının hayatının her ayrıntısını ezberlemişlerdir. Ben de şunu açık yüreklilikle belirtmek isterim. Onu tanıdıktan sonra, sinema tarihinin başından günümüze kadar tüm kadın oyuncuları ikiye ayırıyorum: Louise Brooks ve diğerleri.

Bu yazımda, Louis Brooks’un bazı sözlerini paylaşacağım ve kendi yorumlarımı katacağım. Kalın, italik yazılar Brooks’a ait, diğerleri benim yorumlarım.

Film sanatı sadece bir takım aksiyonların sergilenmesi değildir. Fakat vücut aracılığı ile, daracık bir kalıba hapsedilmiş olan ruhun ve düşüncenin harekete geçişidir.

Brooks’un bahsettiği bu yetenek sessiz sinema oyuncularının hemen hepsinde vardı. Sinemanın henüz bu kadar profesyonel bir işe dönüşmediği yıllarda Charlie Chaplin, Buster Keaton, Harold Lloyd, Lon Chaney gibi ustalar beyaz perdeye ruhlarını katıyorlardı. Kadınlar da öyleydi. Clara Bow daima sempatikti. Lillian Gish daima masum bir hanımefendi, Mae West dolgun hatlarıyla istediği her erkeği yatağa atan anaç bir dişi, Theda Bara erkeklere diz çöktüren bir vamp ve Renee Adoree bir başka âlemden dünyaya inmiş bir melekti. Bu kadınların arasında, Louise Brooks “tehlikeli” bir güzelliği sergiliyordu. Çünkü kendisi de gerçekten öyleydi.

Hollywood’taki mücadelem bana çok şey öğretti. Başlangıçta, ulaşmak istediğim hedefler bana imkansız gibi görünüyordu. Sonra kendimi herkesten kötü görmeye başladım, hedefe yaklaştıkça kendimi herkesten iyi zannediyordum. Ama hedefime vardığımda kimseden bir farkım olmadığını anladım. Bir insanın başkalarından farkı olmadığını kabullenmesi egoya çok acı verir. Ama gerçek budur. Ancak ve ancak, başkalarından farkı olmadığını kabullenebilen insanlar üstün bir güzellik ve sanat sergileyebilirler.

Aslında bu dersi, toplumun “büyük” olarak tanıdığı her üstün ruh almıştır. Bir yönüyle onlar, geride kalanlardan farksızdırlar. Hata yapabilirler, düşebilirler, bir sürü zaafları olabilir. Ama yine de hepsi bir zirveye tırmanmıştır ve o zirvenin getirdiği olgunluğu daima yaşatırlar.

Bir şeyleri beceremediğim zaman “zaten bunu istemiyordum” gibi mazeretlere sığınmam. “Denedim, tüm kalbimle denedim ama yapamadım,” derim. Yenilgiyi kabullenmesini bilmek gerekir.

Kendi cinsi hakkındaki bir tesbiti:

Pek çok kadın sadece süslenerek, iyi giyinerek ve cilve yaparak başarıya ulaşır; oysa çantaları boştur. 

Çantaları boştur derken, içleri boştur demek istiyor. Haklı. Çok çok güzel kadınlar var. Diri vücutlar, biçimli kalçalar vs. Ama çoğu unutulmaya mahkumdur. Çünkü o bedenin içinde yıllara meydan okuyacak bir ruh taşımamaktadırlar. Suratlarda ilk çizgilerin belirmeye başlamasıyla işleri biter. Eğlence sektörü onlardan binlercesini bozuk para gibi harcamıştır.

Hiç kimseye âşık olmadım. Aşkın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Benim için aşk, ilk yakınlaşmanın ve seksin büyüsü geçtikten sonra, stüdyodan yeni bir film için çağrılana kadar bir erkekle vakit geçirmekten ibaret olmuştur.

Sanırım çok incinmiş. Güven hissini tamamen kaybetmiş. Bu yönü ile Brooks, bizim Yeşilçam’daki Seher Şeniz’i anımsattı bana. Türk sinemasının bu talihsiz kadını, benim bakış açımdan, en iyi oyunculardan biridir. Harcandı. Seher Şeniz’le aynı yatağa giren, erotik filmlerde oynayan erkek oyuncular sonradan bir sürü ünvan aldılar. Kimisi sanat elçisi, kimisi duayen oldu. Seher Şeniz ise aşağılandı. Kadın, ölmeden önce “hepinizin ne mal olduğunu anladım” yazan bir intihar notu bıraktı. Sonra iki şişe viskinin üzerine bir kutu dolusu uyku hapı alıp, üçüncü intihar denemesinde nihayet ölmeyi başardı. Ruhu aydınlık âlemlerde olsun. Aşk mı? Ne aşkı? Ne kadar ironiktir ki, Louise gibi incinmiş kadınlara aşk duygusunu erkekler değil, yine kendi cinsleri tattırmıştır. Mesela Greta Garbo, Joan Crawford, Catherine Hepburn, Marlene Dietrich gibi erkeksi kadınlar.

Martha Graham’ın dansını seyrederek nasıl rol yapmam gerektiğini öğrendim ve Charlie Chaplin’in rollerini seyrederek nasıl dans etmem gerektiğini…

Charlie Chaplin’i tanımayan yok. Martha Graham hakkında bilgi vereyim. M.Graham farklı kültürlerin dans biçimlerini Amerikan tarzına uydurmuş, sahne performansı çok üstün bir dansçıdır. Sahnede nefes alışını öyle bir ayarlardı ki, onu seyredenler kadının hiç nefes almadan dakikalar boyunca dans ettiğini zannederlerdi. Brooks çok güzel bir benzetme yapmış. Usta bir oyuncunun zarif hareketleriyle dans edebilmek ve usta bir dansçının ritmi ile hareket edebilmek. Brooks’un ne demek istediğini anlayabilmek için “Pandora’nın Kutusu” filmini seyretmek gerekir. Veya “Her limanda bir kız” filmini. Her iki filmde de Brooks’un hareketleri bir dansı andırır.

Hayatımda hiçbir şeyi, o şeyi delicesine saklama arzusu duymadan vermedim ve hiçbir şeyi delicesine verme arzusu duymadan saklamadım.

İşte Louis’in çelişkili karakterini gösteren bir cümle. Öyle bir çelişki ki, her ne yaparsa yapsın, almış olduğu karara ters bir kararın özlemiyle yaşamaya mahkum.

Tarihe geçmiş kişilerin hayatlarını öğrenmeye çalışan bir okur, o kişinin seksüel isteklerini, nefretlerini ve iç çatışmalarını bilmedikçe hiçbir şey öğrenemez. Ancak bunları kavrayabildikten sonra, çeşitli davranışlarının gerçek sebeplerine ulaşabilir.

Bravo! Bu, aynı zamanda, Dr Freud, Jung  gibi bilimcilerin tarihi kişilikleri analiz ederken kullandığı bilimsel yöntemdir. Kişinin davranışlarına yön veren temel içgüdü ve seksüel sapmalar, rüyaların psikolojik çözümü vs bilinirse, yaptıkları daha gerçekçi açıklanabilir. Bu konuda, herkese Dr.Eric Fromm’un “İnsandaki yıkıcılığın kökenleri” çalışmasında, Gestapo lideri Heinrich Himmler’in karakter çözümlemesini yaptığı bölümü okumasını tavsiye ederim. Mümkünse kitabın tamamını okumalarını. Psikoloji biliminin temel yapıtlarından biridir.

Soyunmayı ve kışkırtmayı her zaman sevdim. Erkeklerin beni arzuladığını bilmek çok hoşuma gidiyordu.

Bu onun şeytan yüzü. Acaba intikam mı almak istiyordu?

Elime bir bıçak alıp sizi öldürebilirim ama asla canınızı sıkmam. Can sıkıcı olmaktan nefret ederim. Gerekirse insanları kızdırırım, çileden çıkarırım…

Bunu Greta Garbo da söylemişti. Can sıkıcı bir karakter olmayı ikisi de istememiş.

Film tarihinin trajedisi şurdadır; bu tarih bizzat onu yazanlar tarafından tahrif edilir.

Aslında, bu tesbit sadece film tarihi için değil, bütünüyle tarih için geçerli. Kazanan kendi tarihini yazar ve bunu yaparken insanların görmesini istediği şeyi onlara gösterir.

Toplumun büyük çoğunluğu sahtekardır. Onlardan nefret ederim. Fakat gerçekliğe ve mükemmelliğe ulaşabilmek için egolarından vazgeçip, içlerinde iyi olan ne varsa ortaya çıkaran ve sergileyen az sayıdaki güzel insanı hep sevdim.

Zaten yapılabilecek en iyi şey budur. Bunu en güzel şekilde, felsefenin diliyle Nietzsche anlatmıştı. Yığınların ucuz liderler tarafından nasıl güdüldüğünü, sanat ve bilimin ruhunun taşıyan insanların kıskançlık hisleri ile nasıl ezildiğini Nietzsche “Güç istenci” ve diğer kitaplarında sert bir dille anlattı.

1922 yılında evi terkettim ve henüz 15 yaşımda dans dersleri almaya başladım. Hayatta nasıl kaldığıma şaşırıyorum. Elimi attığım her şeyde başarısız oldum. Dilbilgisi, aritmetik, ata binmek, tenis, golf, şarkı söylemek, rol yapmak … Bir erkeğin eşi olamadım. Hatta arkadaşı, metresi olamadım. Aman tanrım, ben bir fahişe bile olamadım. Yemek pişirmesini de bilmem.

Ata binmeyi, aritmetiği vs bilmem ama “rol yapmayı beceremedim” derken kendisine haksızlık etmiş ve gereğinden fazla tevazu göstermiş. İzmir doğumlu olan ve Louise Brooks’a büyük hayranlık besleyen film tarihçisi Henri Langlois bu kadının doğuştan gelen bir oyunculuk yeteneği olduğunu belirtmekte. Langlois, Fransız sinema arşivini (Cinémathèque Française) kuran kişidir. Brooks’un oyunculuğunu şöyle anlatıyor:

Sanki kamera onu bir tesadüf eseri kayda almış gibi görünmekte. Öyle ki, hiçbir şeyden haberi olmadan bir kameraya kaydedilen insan gibi davranmakta. Setin varlığı farkedilmiyor. Brooks’un katıksız oyunculuğu onun sanatını görünmez hâle getiriyor.

Kesinlikle katılıyorum. Onu seyretmek, bir filmi seyretmek gibi değil, doğal bir sahneyi seyretmek gibi.

Bir kalp krizi sonucu, evinde yapayalnız öldü. Bedeni çökmüştü.

Bedenim beni dinlemiyor. Artık sadece rüyalarımda dans edebiliyorum.

Erkek hayranları konusunda söylediği sözle yazımı bitiriyorum:

Erkek hayranlarıma söyleyeceğim tek şey şudur. Asla benimle birlikte olmayı istemeyin. Ama beni sevin, beni hep sevin.

Sevmemek mümkün mü?
Saygılar

Denemeler içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | 4 Yorum

GRETA GARBO VE HAYAT ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Çeşitli sanat dallarından, özellikle edebiyat, resim ve heykeltraşlık ciddi anlamda bir sanat bilgisi ve yaşam felsefesi geliştirmeyi gerektirmekte. Sinema biraz daha farklı. Sinema sanatının popüler bir yönü var ve bazen bayağılaşmaya çok yatkın. Sinema denildiğinde, bu sanata katkıda bulunan insanları iki gruba ayırırım. Birinci grupta, genelde popüler kültüre hitap eden ve parasını kazanan insanlar var. Aynen bir meslek olarak yapıyorlar bu işi. Saygı duyarım; bu da ayrı bir çaba. İkinci grupta ise, sinema sanatı üzerinden yola çıkarak sanat ve hayat üzerinde düşünen ve kendi çizgisini geliştiren kişiler ilgimi çeker. Yani, sanatı üzerinde düşünen insanlar.

Bizi kendisinin bir parçası yapan ve bizim de ona katkı sağladığımız bu hayat denilen şey alabildiğine anlaşılmazdır. Bu anlamda, hayat şaşırtıcı bir sanat içerir; zira sanatın da net bir tarifi yoktur. Onu hiç kimse sınırlayamaz ve basit prosedürlere indirgeyemez. Osho, hayatın asla anlaşılamıyacağını, sadece onu  yaşamamız gerektiğini savunuyordu. Katılmaktayım.

Sinema sanatına katkıda bulunan insanlardan bazıları çok değerlidir. Bu tip insanlar kendi hayat ve sanat felsefelerini geliştirirler. Sözleri ise derin bir zeka ve tecrübe içerir. Örneğin yönetmen Stanley Kubrick gibi. Oyunculardan örnek vermem gerekirse; Bill Murray ve Robin Williams. Bilhassa Robin Williams “sanatçı” sıfatını herşeyi ile hak eden bir insan. Kendisini saygı ile anıyorum.

Sessiz sinemanın ve siyah beyaz sinemanın en büyük temsilcilerinden biri olan Greta Garbo ise, sıra dışı yaşamı, çarpıcı güzelliği ve şaşırtan iradesiyle benim hayranlığımı kazanmıştır. Bu yazımda, Greta Garbo’nun sinema ve hayat hakkında bazı sözlerini paylaşıp yorumlarımı katacağım. Kalın ve italik yazılar ona ait, gerisi benim yorumlarım.

Greta Garbo bir isyanın kadını. Asla toplumun kadınlara biçmiş olduğu örnek kadın, saygıdeğer hanım efendi rolünü kabul etmedi ve kendi hayatını yaşadı. Garbo bir lezbiyendi. Erkeklerle de ilişkiye girdi ama öyle görünmekte ki kadınları daha çok sevdi. 30’lu yılların Hollywood camiası içinde birbirinden güzel kadınlarla birlikte oldu ve iradesiyle onları hakimiyeti altına aldı. Şunu söylemiş:

Kadın dostlarımı hiçbir erkek benim kadar sevmedi. 

Sessiz sinemanın bir başka idolü ve benim en çok sevdiğim kadın oyuncu olan Louise Brooks, kendisiyle 70’li yıllarda yapılan bir söyleşide Greta Garbo’yu şöyle anlatıyor:

Greta Garbo’nun olduğu yerde yapılacak bir tek şey vardır, ona boyun eğmek. Erkeklerde bile bulunmayan bir iradeye ve güce sahipti; yatakta ise sevgi ve tutku dolu bir âşıktı.

Bu konuda bir şeyler söylemek isterim. Geleneksel bir dindar-muhafazakar kişinin bakış açısından eşcinsellik lanetlenmiş bir şey olarak görülür ve bu insanlar ahlaksızlıkla suçlanır. İyi ama ahlak nedir? Geleneksel ahlak düşünüldüğü kadar iyi midir? Bunu biraz açmak isterim. Erkek üstünlüğüne ve hakimiyetine dayanan ahlak anlayışımızda, başta Ortadoğu ve Asya ülkeleri olmak üzere, kaç kadın henüz çocuk yaşta erkeklere eş olarak aileleri tarafından verildi ve gözyaşlarını içlerine akıttı? Türkiye, Pakistan, Arap ülkeleri, Afganistan gibi geleneksel islam ahlakının etkin olduğu yörelerde kaç tane kız çocuğu babaları, hatta dedeleri yaşındaki erkeklerin koynuna sokuldu? Kaç kadın “erimdir, döver de sever de” diyerek kaderlerine razı oldu ve bir süre sonra o durumu benimseyip kendi kızlarının celladı oldu? Kaç kadın, bir parça serbestlik istediği için aile meclisi tarafından infaz edildi? Kaç tane genç kıza tecavüz edildi ve sonra vahşice öldürüldü? Haberlere bakın. Bu ülkede her gün kadınlar tecavüze uğruyor ve sonra öldürülüyor. Geride kalanlar ise bir erkeğin gölgesi altında yaşamayı öyle kabulleniyorlar ve düzen bu şekilde işliyor. Ahlak denilen şey, aslında bir itaat kültürü. Toplum bunu kutsuyor ve örnek ahlak modeli olarak yaşatıyor. Böyle bir dünyada, Greta Garbo kendi sevgililerini seçtiyse ve cinselliği kendi istediği gibi yaşadıysa, ben buna saygı duyarım.
Bir başka sözüne geçiyorum:

Eğer onunla ne yapılacağını bilseydik, hayat ne harika bir şey olurdu.

Doğru. Kadına vurulan toplum cenderesi, aslında erkek için de geçerlidir. İnsanlar din, toplum, devlet etkisi altında bir hayat yaşarlar ve ölür giderler. Özel olan, duyarlı olan insanlar haricinde, hayat bir kabullenmedir. Bize biçilen bir rolü oynamaktır ve sanırım ancak ve ancak duyarlı bir sinema sanatçısı, yani işi “rol yapmak” olan bir sanatçı bu durumun farkına varabilir. Sonunda, hepimizin kalbinde, kendimize bile itiraf etmekten korktuğumuz bir şeyler kalır. Alıntılıyorum:

Kalbinde, hiç kimseye söylemiyeceğin bir şeyler mutlaka kalmalıdır. Onlar senin hazların, senin üzüntülerin olmalıdır. Eğer onları söylersen, kendini ucuzlatırsın.

Ne kadar doğru. Bu öyle derin bir söz ki, hayatın kendilerine biçtiği rolü, yani kabullendikleri rolü savunanlara bu sözün derinliğini anlatamazsınız. Ama hayat kalbin derinliklerinde bir yere kendi izini vurur. Orda, yaşanmamış hayatların özlemi vardır. Bazen, saniyeler içinde aldığımız yanlış bir karar sonucu bir ömür boyunca oynamak zorunda kaldığımız rolün ötesinde, gerçek beklentilerimiz, gerçek isteklerimiz vardır. Ama artık onları yaşamak için çok geç kalmışızdır. Yapılacak en iyi şey onları kendimize saklamamızdır. Kimseye anlatmanın bir faydası yok. Serseri ve ayyaş Charles Bukowski bunu çok iyi anlamıştı. Birinin en derin özlemi bir başkasının birkaç dakikalık eğlencesi veya dedikodu konusudur. Başkalarına anlatırsak, Garbo’nun söylediği gibi, sadece kendimizi ucuzlatmış oluruz. İyisi mi bu mezarın kapağı sonsuza kadar kapalı kalsın.

Gülümseyen ve çevrelerine neşe saçan bazı insanlar, aslında ürpertici bir derinliğe sahip olan düşüncelerini gizlerler.

Görünüm yanıltıcı olabilir. Gülümseyen her insanı aynı kategoriye sokamayız.Gülme eylemi konusunda iki farklı davranışa şahit olmuşumdur. Birinci grupta “cellatlar” vardır. Aslında bu cellatların da hayatları yanlıştır. Ama onlar bu yanlışlığı benimseyip diğer insanlardaki hayat arayışını söndürmeye çalışırlar. Onların gülmeleri bir aşağılama ile doludur. Kendilerinin yapamadıklarını yapabilen insanlara katlanamazlar. Saldırırlar, kötülerler, insanların hatalarını araştırırlar ve bununla mutlu olurlar. Robin Williams gibi insanlarda ise, gülümseme aslında bir olgunluk belirtisidir. Hayatın getirdiği her şeye rağmen, tüm acılara ve hayal kırıklıklarına rağmen, bazı güçlü insanlar yine de ayağa kalkarlar, kendi mücadelelerini verirler ve içlerindeki hayat ışığını başkalarına aktarırlar. Dolayısı ile iki tür insan vardır: Yenilenler, statükoyu kabul edenler ve başkalarını da bir köle hâline getirmek isteyenler. Bir de yenilmeyenler, içlerindeki isyan ateşini canlı tutanlar ve diğer insanları da özgür olmaya davet edenler. Bu tarz insanlar bazı şeylere gülüp geçmek zorundadır. Eğer gülünüp geçilmezse, intihar daha iyi bir çözüm yolu olabilir.

***

Bazı insanlar benim canımı sıkar. Kimler derseniz; ahlak vaazları atanlar, insanlara mutlak bir doğruyu dayatanlar; ilahiyatçılar, politikacılar ve onların dümen suyunda gidenler… Oysa, gerçek anlamda sanat üretebilenler can sıkıcı değildir. Aykırı yaşamlarıyla bizleri rahatsız edebilirler ama asla can sıkıcı olamazlar. Alıntılıyorum:

Hiçbir şeyden can sıkıcı bir insan olmaktan korktuğum kadar korkmam.

Krishnamurti usta bize üç büyük düşmanımızdan bahsetmişti: Ölüm, yalnızlık ve can sıkıntısı. Can sıkan insanlar üretici hiçbir yönü olmayan insanlardır. Onlar sadece bir şablonu biteviye tekrarlayıp dururlar. Benim ailem, benim devletim, benim ahlakım, benim dinim, benim güzel ülkem vesaire … Ama üretici insanlar bu sınırları yıkar geçer. Onların aslında bir vatanları yoktur, bir dinleri de yoktur. Vatan ve din onların olduğu yerdedir. Herkes gibi, üretici insanlar da düşebilir, sayısız hatalar yapabilirler ama yine de can sıkıcı olmazlar. Bir de bakarsınız ki, onların ürettiği bir şiir dizesi sizi can evinizden vurmuş. Bir resim, bir heykel, bir öykü, bir şiir, bir film sahnesi sizi apayrı dünyalara götürmüş. Ortak özellikleri can sıkıcı olmamalarıdır. Ama can sıkıcı olmamanın bir bedeli vardır. Yalnız kalmayı göze alabilmek. Yalnız kaldıysanız ama buna rağmen düşüncelerinizle tüm dünyayı, tüm evreni kucaklayabiliyorsanız, aslında yalnız değilsinizdir. Can sıkıntısından şikayet eden insanlar mükemmel birer “tüketicidir.” Kendi hayalleri olmadığı için hep bir şeylerin onları oyalamasını ve böylece zamanı tüketmeyi isterler. Yalnızlık, bir yönü ile değerli bir hazinedir. Bu sayede tüm şartlanmalardan kurtulup kendi dünyamızı kurabiliriz.

Şimdi, sinema hakkındaki birkaç sözünü alıntılamak istiyorum:

Hollywood hayalleri kuranlar, keşke onun nasıl bir kapan olduğunu bilselerdi.

Bir film yıldızı olmanın anlamı, herkesin size her yerden bakmasıdır. Asla barış içinde yalnız kalamazsınız, sadece öyleymiş gibi görünürsünüz.

Sahne ışıklarına çok bakmayın. Hayatın ışığını göremez olursunuz.

Sinemaya heves ediyorsanız, söyliyeyim, çok güçlü olmalısınız ve sağlığınıza dikkat etmelisiniz.

Ne diyebilirim ki … “dışı seni yakar, içi beni yakar” dedikleri bir dünya bu galiba. İşleri gereği “rol yapıyorlar”. Bunu büyük bir saygı ile karşılıyorum. En azından rol yaptıklarını biliyorlar .. ya geride kalanlar ?

Garbo’nun bir sözü yüreğimi acıttı. Onu alıntılıyorum:

Eğer hakkıyla yaşamasını bilirseniz, sadece bir defa yaşamak yeterlidir.

İşte gerçek acı burda. Hayatın nasıl yaşanması gerektiğinde. Ama hayatı hakkıyla yaşamak o kadar zor ki …

Düdük çalar ve bir mücadeleye atılırız. Etrafımız, tıpkı bizim gibi, aynı mücadeleye atılan insanlarla doludur. Sonra önümüze bir sürü hedef çıkar. Bir hedefe ulaşırken diğeri önümüze dikilir. Çocukluk, okul, iş, evlilik, kariyer … Bir gün bir bakarız ki tüm bu hedeflere ulaşmak isterken tükenip gitmişiz. Güneş pırıl pırıl ışıklarıyla dünyayı aydınlatırken özlemlerimizle gerçekler arasındaki acımasız ayrılık karşımıza çıkar. Hayat artık geriye dönemiyeceğimiz ve yeniden başlayamıyacağımız kadar ilerlemiştir. Bu noktada hayaller de işe yaramaz. Sağlık sorunları başlar. Kalp ve damar hastalıkları, diyabetik, beyin hasarı … Sonra geriye anılar kalır.

Kaç insan, şöyle göğsünü gere gere “yaşadım” diyebilir? Bilemiyorum. Kendi adıma sadece şunu söyleyebilirim. Hayatımın çok küçük bir diliminde yaşadım. Tüm ideolojilerin, dinlerin, farklı hayatların ötesinde, kıvırcık saçlı, hayat dolu, kömür karası bir Surinamlı kıza sarıldığım gecelerde yaşadım. Gerisi hep rol … Hayat akıp geçti ve sonunda sadece beni çok seven bir kızın, değerini sonradan anladığım gibi kızın soluk hayali kaldı.

Elimde bir resmi bile yok.

***

Bu yüzden, Greta Garbo gibi insanları az çok anlayabiliyorum. Eşcinselmiş, ahlaksızmış, şöyleymiş böyleymiş umurumda değil. O kadın -veya o erkek ve benzerleri- kimseye aldırmadan yaşamışlar. Elimden takdir etmekten başka bir şey gelmez.

Bu yazımı, Garbo’nun iki ayrı sözü ile bitiriyorum.

Beni yalnız bırakın.

Sonuçta, olacak olan budur. Tüm doğrularımız ve yanlışlarımızla, hayatın o açıklanamayan devinimi bizi bir yatağa bağlar. Baş ucumuzda ilaç şişeleri, serumlar, bir hastanenin çiğ ışıklarında görevlerini yapan doktorlar, hemşireler. Tutku dolu bir hayattan geriye kalan tıp kalıntıları. İdrar tahlilleri, röntgenler, size sevecen görünmeye çalışan sağlık görevlileri, ziyaretçiler. Herkesin kendince bir hayali var. Herkes ayrı bir hayalî hayatın peşinde.

Uzatmanın gereği yok. İster şöhret olsunlar, isterse olmasınlar, bazı insanlar hayatı az çok anlayabilir. Bedeli çok ağırdır.

Bedeli ödedim mi … Bunu bile bilmiyorum. Tek bildiğim şey hayatın kendi planı olduğu. Yine Greta Garbo’dan alıntılıyorum:

Asla ne yapacağımı planlamam. Çünkü bu hayatın arkasında, iplikleri görülmeyecek kadar ince ve tüm davranışlarımıza yön veren başka bir plan var.

Sanırım doğru söylüyor.
Ama bunu kabul etmek ne kadar acı verici …

Saygılar…

Denemeler, Dil yarası içinde yayınlandı | ile etiketlendi | Yorum bırakın

YAĞMURLA GELEN

Sevişmelerinin ardından, Lu yatağın başucundaki şifonyerin üstünde duran sigara tabakasına uzandı, bir sigara çıkarıp ince, zarif parmaklarıyla yaktı, derin bir nefes aldıktan sonra doğrulup yatağın kenarına oturdu. Gergindi genç kadın, huzursuzdu ve titriyordu. Dışardan, deli gibi yağan bir yağmurun camları döverken çıkardığı ses geliyordu.

Genç adam kollarını Lu’nun beline doladı, boynuna bir öpücük kondurdu ama kadının gerginliği geçmemişti. Lu sigarasını bitirdikten sonra ayağa kalktı, yerden iç çamaşırlarını ve elbiselerini alıp giyindi. Salona geçti. Sevgilisi de ona uydu, yataktan çıktı, pantolonunu giyip yarı çıplak vaziyette kadının yanına gitti, tekrar sarıldı. Lu saatine baktı.
“Geceyarısını geçmiş, gitmem lazım.”
“Deli olma. Nereye gideceksin bu saatte? Bu yağmurda?”
Lu, beline sarılan kollardan kendini kurtardı. “Nereye gidebilirim? Kocamın yanına döneceğim elbette. Bir hikaye uydururum.”
Genç adam “Dinle Lu,” dedi, “Sahil tarafında bir arkadaşımın evi var. Anahtarı bana verir. Burdan birlikte gideriz, onun bizi bulamıyacağı bir yere. Daha sonra …”
Kadın onun sözünü kesti, “Kocamı tanımıyorsun, pisliğin tekidir ve her yerde bağlantıları vardır. Anlamıyor musun, ona dönmek zorundayım.”
“Belki onunla konuşabilirim, beni sevdiğini söylersem…”
“Seni oracıkta öldürür aptal, bırak beni, gitmeliyim…”

Lu kapıya doğru yürüdü, sonra aniden durdu. Önce kapıya, sonra dönüp genç adama baktı. Yüzüne derin bir korku ifadesi yerleşmişti. Salon kapısına bakıyordu kadın. Genç adam da bakışını oraya çevirdiğinde uzun boylu, sert yüzlü bir erkeğin salon girişinde durduğunu gördü. Aplikten yansıyan ışıkta adamın elindeki tabanca parlıyordu. İçeri nasıl sessizce girdiğini ikisi de farketmemişti. Lu derin bir nefes alıp konuşmaya çalıştı.
“Bak, ona dokunma, lütfen, o çok tecrübesiz bir genç … ”
Adam Lu’ya sert bir bakış fırlattı, konuşurken öfkeden ıslık çalarcasına bir ses çıkarıyordu.
“Demek küçük sürtük kendine eğlence aramış. Dışarda bekle Lu, ben bu geri zekalıyla biraz konuşacağım.”
“Yalvarıyorum. Bir daha olmayacak .. inan ki …”

Adam Lu’nun yanına gelip sert bir hareketle kadını çekti, silahı genç âşığa doğrulttu.
“Sana başkalarının kadınlarına yanaşmanın tehlikeli olduğunu kimse öğretmedi mi ufaklık?”
Ardından tabanca horozunun geriye çekilmesinden çıkan ses duyuldu. Genç adam karşısındakinin niyetini anladığı ânda üzerine atıldı, yere yuvarlandılar, Lu hafif bir çığlıkla kendini geriye çekerken iki erkek yerde boğuşuyordu. Ama adam çok güçlüydü, attığı bir yumrukla genç adamın dudaklarından kan fışkırdı. Genç sevgili gücünü toplayıp ona vurmaya çalışırken silah ateş aldı, boğuk bir sesle birlikte genç adam duvar kenarına yığıldı. İnleyerek biraz doğruldu, yarasından akan ve şimdiden halıyı boyamaya başlayan kana bakarak iki elini karnına bastırdı. Öfkeli koca, silahı yeniden ona doğrulttu. Genç adamın görüşü bulanıklaşıyordu, sisler içinden kendisine doğrulan silaha bakarken demek buraya kadarmış diye düşündü. Bir el silah sesi daha duyuldu .. ve bir daha..

Fakat genç adam ölmemişti, kafasını kaldırıp karşısındaki erkeğe baktı. Lu’nun kocası bir ân ayakta durduktan sonra dizlerinin üstüne çöktü, sonra boylu boyunca halıya uzandı. Genç adam Lu’ya baktığında elindeki silahı gördü. Lu, çantasından kocasının kendisine yaş gününde hediye ettiği Colt revolveri çıkarmış ve ateşlemişti. Her yeri titriyordu kadının. Elinde silahla birkaç saniye kocasını seyretmiş, sonra bir el daha ateş etmişti. Bu sefer kurşun boynundan girmişti adamın. Lu, kocasının hareket etmediğinden emin olunca silahı yere attı, genç adamın yanına gelip sarıldı.
“Derin nefes al, şimdi yardım çağıracağım, gözlerini kapama …”
“Lu,” diyebildi sadece genç adam, ağzından boğuk bir hırıltı çıktı, “Lu…”
“Lütfen yapma bunu, lütfen gitme…” Lu, genç adamı öptü, hıçkırıklarla titrerken saçlarını okşuyordu. “Bana bunu yapma, lütfen ölme … ”
Genç kadın doğruldu, telefona koşarken aniden donup kaldı. Bütün sahne öylece donmuştu.

***

Tamer kanepede doğruldu, elindeki uzaktan kumandayı kenara bıraktı, ayağa kalktı, boynunu birkaç defa sağa sola çevirip kendini gevşetti, sonra ışığı yaktı. Salon duvarına asılı plazma televizyonda Lu’nun hareketsiz görüntüsü vardı . Tamer, TV’ye bir göz atıp mutfağa geçti. Tezgahın üstü kirli tabaklarla doluydu. Nasılsa sabah olunca yıkardı hepsini. Bir bardak su içti, sonra salona geçip kanepeye kuruldu ve uzaktan kumandaya uzandı. Tamer’in en sevdiği Louise Doris filmiydi bu: Ölümcül Günah. Üstelik kadının bu sahnedeki oyununa bayılıyordu. Louise Doris siyah beyaz sinemanın en güzel kadınlarından biriydi, belki de en güzeli. Tamer, onun resmini ilk görüşünde tutulmuş, kadının ne kadar filmi varsa arayıp bulmuş, rahatça seyredebilmek için CD’ler üzerine kaydetmişti.

Bir ân için gözlerini kapattı Tamer. Louise’in gerçekten kendisine sarıldığını, öptüğünü, saçlarını okşadığını, kendisi için hıçkırarak ağladığını düşündü. Gözlerini ovuştururken içinden aman tanrım dedi, böyle bir kadının uğrunda ölmek … Tekrar bastı kumandanın tuşuna. Ekranda Louise hareketlendi, telefon ettikten sonra yeniden genç adamın başucuna geldi. Kadının da elbiseleri kana bulanmıştı. Louise, genç adama sarılmış, hıçkırıklarla sarsılırken kesik kesik konuştu: “Aldığım her şeyin bedelini ödedim; herşeyin, tüm hayatımın, tüm günahlarımın, tüm aşklarımın … eğer sen gidersen..”
Tamer, ekrandaki kadınla birlikte repliği tekrarladı: “eğer sen gidersen ben de giderim, tüm gidişlerin bittiği yere…”
Genç adam ölmüştü. Louise halının üzerindeki silaha baktı, nemli gözleriyle silaha uzanırken kapının zili çaldı.

Tamer filmi dondurup yeniden doğruldu kanepede. Söylendi, “yönetici efendi aidat almaya geldi herhalde, tam zamanını buldu.” Terliklerini ayağına geçirip kapıya yöneldi. “Geliyorum, bir saniye lütfen.” Kapıya varıp zili kimin çaldığına bakmadan açtı.
Ve sonra kapının ağzında donup kaldı Tamer, her yeri kasılmıştı, birkaç saniyeliğine nefes bile alamadı. İnsanların nasıl kitlenip kaldığını filmlerde görmüştü ama kendisinin başına böyle bir şey ilk defa geliyordu.

Açılan kapının ardında olanca güzelliğiyle Louise Doris duruyordu.

Genç kadın başını hafifçe yana yatırmıştı, üzerinde Tutku Suçları filminde giydiği açık mavi, tek parçalık dar elbise vardı. Etek ucu püsküllü, omuzdan ince bir askıyla tutulan zarif bir kıyafetti. Ayaklarında sivri topuklu beyaz süet ayakkabılar takılıydı. Louise, göğüs hizasına uzanan gerdanlığını bir eliyle tutup çenesine kadar kaldırmış ve o her zamanki zarif, esrarlı, çıldırtan bakışıyla gülümsüyordu Tamer’e. Bob-stil kesilmiş, yanlardan uçları kıvrık, alın hizasında düzleşen saçlarının ve hafif yukarı kalkık kaşların altında kalan kopkoyu gözlerden havaya bir buğu yayılıyor gibiydi. Ama genç adamın bir şey söyleyecek durumu yoktu. Karşısında, yaklaşık yetmiş yıl önce ölmüş bir kadın duruyordu. İkinci kocasıyla birlikte bir partiden dönerlerken araçları dere yatağına uçmuş ve kadın oracıkta ölmüştü. Ama her nasılsa şimdi burdaydı işte. Tamer öylece bakarken, Louise konuştu:
“Beni içeri almayacak mısın?”

Kadını içeri aldı. Louise salona girdi, etrafa şöyle bir baktı, kıyafetine uygun renkteki minik el çantasını sehpanın üzerine koydu. Tamer, kadının yanına iyice yaklaştığında başı dönmeye başlamıştı. Binlerce defa resimlerine bakmıştı bu kadının, filmlerini kaç defa seyrettiğini hatırlamıyordu. Fakat kadının bu şekilde yanında durması onu filmlerde seyretmekten çok farklıydı. Vücudundan tatlı bir koku yayılıyordu, dar elbisenin kıvrımlarından diri sert göğüsleri, bir heykeli andıran kalçası kendini belli ediyordu Diz kapaklarına kadar uzanan eteğinin altındaki bacakları kusursuzdu. Alabildiğine güzeldi kadın; her hareketi, her duruşu kışkırtıcıydı.
“Banyo nerde? Makyajımı biraz tazelemek istiyorum.”
“E .. elbette… beni takip et.”

Louise banyodayken Tamer kanepeye çöktü. Bu olanlara bir anlam vermeye çalışıyordu. Ekrandaki donmuş görüntüye bakarken düşündü. Tamam, en sonunda delirdim ve hayal görmeye başladım. Bu şekilde çıldıracağım ve beni bir hastaneye kapatacaklar, ömrümün sonuna kadar bu kadının hayaliyle yaşayacağım.

Banyo kapısının kapanma sesi duyuldu ve Louise geri döndü. Tamer’in yanına kanepeye uzandı. Televizyona baktı.
“Beni mi seyrediyordun?” Tamer çok utanmıştı bu durumdan, cevap veremedi.
“Bir ismin yok mu senin?” İsmini söyledi genç adam. Louise dudaklarını araladı.
“Beni herkes seyrederdi … bir zamanlar …uzun zaman önce … erkekler ayaklarıma kapanırdı. Ne günlerdi ama. Bir çekimden öbürüne giderdim. Yüzlerce kadın beni taklit ederdi. Saçlarımı, gülüşümü, duruşumu…”
Tamer cesaretini topladı.
“Nasıl geri geldin?”
“Bunun bir önemi var mı? İstemiyorsan gidebilirim..”
“Yo, sakın gitme. Lütfen … böyle çok iyi.”
“İçecek bir şeyin var mı?” Tamer salondaki cam dolapta sakladığı şaraplardan birini çıkarıp açtı. Bu şarapları içmeyip sakladığına seviniyordu şimdi. Mutfaktan bir kadeh getirip kadına verdi. Louise, çantasından çok pahalı gümüş tabakasını çıkarıp bir sigara yakmıştı. Genç kadın ayağa kalktı, cama yürüdü, elinde şarap kadehini tutarken perdeyi araladı.
“Dışarda yağmur başlamış.” Tamer, kadının yanına geldi, birlikte, cama ilk damlaları düşmeye başlayan yağmuru seyrettiler. Kadına bu kadar yakın olmak Tamer’in aklını başından almıştı. Ona sarılmak, kollarını incecik beline dolamak için dayanılmaz bir arzu duyuyordu. Yağmuru seyrederken Louise’in gözleri dolmuştu, yüzünü genç adama dönüp hüzünle konuştu. “Yağmur yağmasa günahlarımız nasıl temizlenirdi?” Genç adam bu repliği biliyordu. Yağmurda Ölüm filminin repliğiydi bu. Cevapladı.
“Yağmurla gelen yağmurla gider.”

Louise genç adamdan biraz uzaklaştı, gülümsedi:
“Bütün repliklerimi ezberledin mi sen?”
“Evet,” dedi Tamer, “Hepsini ezberledim. Hangi filminde ne giydiğini, sahneye nasıl girdiğini, nasıl dans ettiğini, neler söylediğini … Sen filmlerinde çok tehlikeli bir kadındın.”
O ân Tamer kadının gözlerinde korkutucu bir ışıltı gördü. Louise’in kaşları çatılmıştı, gözlerinin ardında karanlık bir şeyler dolaşıyordu. Konuştu.
“Ben hâlâ tehlikeli bir kadınım.”

Kısa bir sessizlikten sonra, Louise yürüyüp tekrar kanepeye uzandı.
“Hangi filmimi seyrediyordun?”
“Ölümcül Günah.”
“A, evet. Aslında pek sevmem bu filmi. Yönetmen kaba sana espriler yapan uçkuru gevşek herifin tekiydi. Çekim aralarında yanıma gelip göğüslerime dokunmaya çalışırdı.”
“İkinci kocanla bu film çevrilirken tanışmıştın, değil mi?”
Louise kıkırdadı. “Hayır. İkinci kocamı aslında ilk evliliğimden önce tanıyordum.”
“Sonra ne oldu? Yani … neden ilkinden boşandın?
Louise boşver dercesine elini salladı. “Bunların önemi var mı? Hadi, aç şu filmi, birlikte seyredelim.”

Tamer ışığı söndürdü, Louise’in yanına oturdu, filmi kaldığı yerden başlattı. Ekrandaki Louise final sahnesini oynarken, kanepedeki Louise genç adama iyice sokuldu. Göğüslerini vücuduna yasladı, yüzünü genç adamın yüzüne yapıştırdı. Tamer zorlukla nefes alıyordu. Hâlâ aklına hakim olup bu yaşananları anlamaya çalışıyordu. Yetmiş sene önce trafik kazasında ölen bir kadın nasıl geri gelmişti, onun dilini nerden biliyordu … ama genç kadın kendisine sokuldukça tüm sorular anlamını kaybetti. Burdaydı, yanındaydı ve hiçbir şeyin önemi yoktu artık. Tamer kendi içinden düşündüğünü zannediyordu ama farkına varmadan konuşmuştu: “Bazen soru sormamak yapılacak en iyi şeydir…” Louise, repliği tamamladı: “Soru mu soracaksın, yoksa benimle mi olacaksın?” Yine, Yağmurda Ölüm filminden bir replik.

Louise ayağa kalktı. Ekrandaki film bitmiş ve yazılar geçmeye başlamıştı. Sonra Tamer’in yüreği yerinden oynadı. Louise tek parçalık elbisesini çıkarmaya başlamıştı. Giysi kadının vücudundan kayıp düşünce, Lu iç çamaşırını, sütyenini, çoraplarını ve yarı saydam külodunu da çıkardı. Şimdi, Tamer’in karşısında çırılçıplak duruyordu. Genç adamın üstüne oturdu, dudaklarını yaklaştırdı. Tamer iyice gerilmiş ve erkekliği uyanmıştı. Konuşmaya çalıştı.
“Lu .. sen … Lu … sana tapıyorum”
Ardından kadını sımsıkı kavrayıp kanepeye yatırdı. Bir çırpıda kendi giysilerini çıkardı. Lu’nun her yerini öpmek, o narin bedenin her noktasını ayrı ayrı sevmek istiyordu. Kadın, bacaklarını Tamer’in beline doladı. Aynen filmlerinde olduğu gibiydi şimdi. Dişi bir kaplan. Tutku dolu, arzulu, dayanılmaz… Tamer Lu’nun boynunu ısırırcasına öptü, göğüslerini kavradı.  Lu vücudunu iyice kendine yaslayınca tüm varlığıyla kadınla birleşti.

Birlikte gecenin içine yuvarlandılar.

***

Sevişmelerinin ardından, Lu sehpadaki tabakadan bir sigara çıkarıp yaktı. Genç adam nefes nefese kalmıştı, göğsü hızla inip kalkıyordu. Lu, uzanıp genç adamın yüzünü okşadı.
“Beğendin mi beni? Hayallerindeki gibi miyim?”
“Lu, sen bütün hayallerin ötesindesin.”

Louise, ayağa kalktı. Giyinmeye başladı. Tamer de pantolonunu giydi. Genç kadının beline ellerini doladı. “Lu, gitme sakın.” Louise gözlerini salonun girişine çevirdi.

Bir ân dehşetle irkildi Tamer. Neler olacağını anlamıştı. İmkansızdı bu, böyle bir şey olamazdı. Ama gerçeklik denen şey, her ân şiddetlenen yağmura karışıp gitmişti çoktan. Tamer gözlerini camdan çevirip salon kapısına yeniden baktığında uzun boylu, sert suratlı, otuzların erkek takım elbiseleri içindeki bir adamın orda durduğunu gördü. Adamın elindeki silah bir daha ışıldıyordu şimdi. Öfkeli koca içeri bir adım atıp Louise’e tükürürcesine baktı.
“Demek küçük sürtük kendine eğlence aramış.”

Her şey tekrarlanıyordu. Tamer ne yapacağını düşünürken Louise korku içinde adama yalvardı. “Bak, ona dokunma, o çok tecrübesiz bir genç …”
“Seninle sonra konuşacağım,” dedi adam, Louise’i kolundan çekip bir kenara fırlattı. Silahı Tamer’e doğrulttuğunda genç adam kararını vermişti. Bu sefer aynı şey olmayacaktı. Rakibinin üzerine atladı ve tüm gücüyle vurdu. Louise hafif bir çığlık atıp çekilirken iki erkek yerde boğuşmaya başladılar. Adam silahını Tamer’e çevirirken Tamer adamın kolunu büktü, o anda silah ateş aldı, adam tam göğsünden vurulmuştu. Yine de çok öfkeli ve güçlüydü, Tamer’e dirseğiyle bir darbe attı. Silahın namlusu yeniden kendisine döndüğünde Tamer adamın eline sertçe vurdu, silah bir daha ateş aldı. Sonra gücü kesildi adamın, boylu boyunca uzandı, birkaç defa titreyip hareketsiz kaldı. Tamer, adamın öldüğünden emin olunca Louise’e döndü.
“Lu, onu hallettim, korkma artık.”

Louise ayakta derin bir acı içinde duruyordu, iki elini karnına bastırmıştı, parmaklarının arasından sızan kızıllık elbisesini kaplıyordu. Tamer’in gözlerine bakarken dizleri üzerine çöktü ve yere yığıldı. Vücudundan akan kan zemini boyamaya başlamıştı. İkinci kurşun genç kadına gelmişti.

Tamer kadını kucakladı. Buna inanamıyordu. Sadece birkaç dakika birlikte olduktan sonra kadını sonsuza kadar kaybetmeye dayanamıyordu. Vücudu kasılırken kadına yalvardı.
“Lu, bana bunu yapma. Lu, lütfen gitme….”
Louise gözlerini araladı, başı Tamer’in kucağındayken ağzından bir hırıltı çıktı ve acı içinde konuşmaya çalıştı .. kesik kesik, zor duyulan bir sesle…
“Yağmurla gelen yağmurla gider.”
Tamer ağladı ve yağmurla gelen sevgilisine bir daha sıkıca sarıldı.
“Lu, keşke senin yerine ben ölseydim.”

Louise cevap veremedi, gözleri artık boşluğa bakıyordu. Tamer defalarca öptü kadını. Louise’in başı kucağında, dakikalarca durdu, sonra bakışlarını yerde duran silaha çevirdi. Kararını vermişti. Silahı eline aldı, ağzını açıp ölüm saçan metali damağına kadar yerleştirdi ve hiç düşünmeden tetiğe bastı.

Genç adam paramparça olmuş kafasından kanlar fışkırırken Louise’nin yanında son nefesini verdi.

***

Yirmi dört numaralı daireden gelen silah sesi üzerine komşular polisi aramışlardı. Olay yerine gelen polis memurları içerden bir ses alamayınca daire kapısını açıp eve girdiler. Salondaki kanepenin önünde genç bir adamın cesedi vardı. Kafasının yarısı nerdeyse yok olmuştu. Cesedin başucunda 38 kalibrelik 15 kurşun kapasiteli şarjörlü bir tabanca duruyordu. Kanepenin yanındaki sehpanın üzerinde yarısı içilmiş bir şarap şişesi ve bir kadeh vardı. Başka kimse yoktu dairenin içinde. Polisin ardından gelen sağlık görevlileri cesedi apartmandan çıkarırken komşular kendi aralarında konuşuyorlardı.
“Ne olmuş?”
“Üst dairedeki kiracı çocuk kendini vurmuş … öyle diyorlar….”
“Zaten tuhaf bir gençti. Kimbilir ne derdi vardı…”
Komşular biraz daha konuştuktan sonra kapılar kapandı, herkes kendi hayatına geri döndü.

Emniyet görevlilerinin yaptığı araştırmalar sonucunda,  genç adamın ruhsatsız silahıyla kendini vurduğu anlaşıldı. Kimse bu intiharın sebebini bilmiyordu. Ev sahibi, bir süre sonra daireyi temizletip başka birilerine kiraya verdi. Ölenin yakınları cesedi teslim alıp bir mezarlığa gömdüler ve Tamer hayallerinin dünyasında kayboldu.

***

Louise, yağmurun ilk damlaları düşmeye başlarken ışıltılı bir caddede dolaşıyordu. Kimse göremiyordu onu; zaten göremezlerdi. Çünkü Louise ölmüştü … çok uzun seneler önce ölmüştü. Arabanın yamaçtan aşağı devrilişini hatırlıyordu. Yerinden kopan sağ kapıyla birlikte kayaların üstüne yuvarlanırken bir demir parçası vücuduna saplanmıştı. Saatlerce bir kurtuluş beklemiş ve arabanın yuvarlandığı o dere yatağında gözlerini kapamıştı.

Sonra, her ne olmuşsa, yeniden hayata dönmüştü Louis. Fakat artık sessiz bir gölge, onu sevenlerden başka kimsenin görmediği bir hayal olarak dünyada dolaşıyordu. Ölümünden onlarca yıl sonra, farklı elbiseler içinde dolaşan, birbirlerine sarılan insanların dünyasında hatıralarıyla geziyor ve hâlâ kendisini seven, filmlerini seyreden, resimlerine bakan birilerini arıyordu. Böyle biri olduğunda onun yanına gidiyordu Louise. Hayranlarına, ilk ve son defa, hayatlarındaki en büyük zevki veriyor ve onlardan aldığı tutkuyla yaşamaya devam ediyordu.

Nereye kadar… . daha kaç kişi beni sevmeye devam edecek diye düşündü. Yağmurun dövdüğü caddede dolaşırken, arabayla kendisini almaya gelen sevgililerini hatırladı. Onun uğrunda ölümüne kavga eden erkek hayranları gözünün önünden geçiyordu. Louis’in gözleri doldu. Bir yerlerden bir caz şarkısının melodileri geliyordu. Louise, o çılgın gecelerde, şehir ışıklarının altında pırıl pırıl parlayan bir Cadillac V-16’tan inip otele doğru yürürken insanlar onu görmek için yığılırlar, flaşlar patlardı. Bir gülüşüyle önüne mücevherler, birbirinden pahalı elbiseler serilirdi…

Ama her şey geride kalmıştı. Artık sadece hayranlarının sevgisi vardı. Kaç hayranını öldürdüğünü hatırlamıyordu. Bir anlamda, onları öldüren Lu değildi, kendileriydi. Lu sadece onların zihinlerine sızıyor ve tutkularını ateşliyordu. Gerisi kendiliğinden geliyordu zaten. Hepsi en derin arzularının içinde kaybolup ölümü seçiyorlardı.
Kimisi kendini asmıştı. Kimisi kalp krizi geçirmiş, bazıları onunla bir aşk gecesi yaşadıktan sonra silahı kendi şakağına dayamıştı.  Bir sürü hayranı olmuştu. Yaşlı, genç, evli veya bekar … ne fark ederdi ki…
Zaman kavramını kaybetmişti. Günler, belki aylar boyunca kaldırımlarda gezdikten sonra, Louise bir çağrı daha aldı. Yanılmıyordu, bir yerlerde ona tutkun bir erkek vardı. Tüm varlığını ona vermeye hazır bir sevgili daha bulmuştu.

Gözlerini kapadı, bir ân sonra, bambaşka bir yerdeydi. Etrafına bakındı. Sönük gece lambalarının zor aydınlattığı loş ve dar bir sokaktaydı şimdi. Dört katlı eski bir apartmanın önünde duruyordu. Sokaktaki dükkanların tabelalarına bakınca Fransa veya Belçika’da, şehir merkezinden epey uzakta bir yerlerde olduğunu tahmin etti. Apartmanın en üst katında birisi onun filmini seyrediyordu.

Louise binadan içeri girdi. “Sevgilim Sensin” filmindeki elbiselerine büründü. Bu sefer üzerinde beyaz bir elbise, fırfırlı kısa bir etek vardı. Merdivenleri yavaşça çıktı.Dördüncü kata vardığında daire kapısının zilini çaldı. Orta yaşlı bir erkek açtı kapıyı. Kıvırcık saçlı, kendisinden kısa, yüzünde geniş bir doğum lekesi bulunan bir erkek. İçerden, filmlerinden birindeki sahneden gelen sesler duyuluyordu.
Kapıdaki adam taş gibi kesilmiş ona bakarken Louise gülümseyip konuştu.

“Beni içeri almayacak mısın?”

-son-

Öykülerim içinde yayınlandı | , , , , , ile etiketlendi | 5 Yorum

1924 YILINA AİT BİR SİNEMA YAZISI ÜZERİNE

“Bir filmde oynamak hiç beklemediğim bir teklifti. Birdenbire, peki dedim.”
Bedia Muvahhit

“Sanatın ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içindeydim.”
Afife Jale

Sinema Postası dergisinin ilk sayılarından biri

Türkiye’de sinema sanatı 1900’lü yılların başında belgesel ve kısa metraj çekimler olarak gerçekleşmiş ve cumhuriyetin ilanının ardından yavaş yavaş bir sinema seyirci kitlesi oluşmaya başlamıştı. İlk sinema dergilerinden biri olan “Sinema Postası” 8 Aralık 1923 tarihinde yayın hayatına başladı. Sahibi, şair Nazım Hikmet’in babası Hikmet Nazım olup, başyazar olarak Vedat Örfi Bey görev almıştı. Vedat Örfi Bengü, film yönetmeni ve senarist olup, aynı zamanda melodram türünde eserler de oluşturmuştur. Farklı sinema dergilerinde de eleştiriler kaleme alan Vedat Örfi Bengü, 1925 yılında Mısır’a gitmiş ve “ISIS FILM CORPORATION” adıyla bir şirket kurmuştur. Mısır sinemasının kurucularından biri kabul edilir.

Vedat Örfi Bengü. Portresi ve rol aldığı “Ateşten Gömlek” filminin setinden bir görüntü.

Bu yazımda, Vedat Örfi Bey’in, dönemin meşhur sanatçısı Bedia Muvahhit’i tanıttığı bir yazıyı paylaşacağım. Söz konusu yazı, 1924 yılında Sinema Postası dergisinin 8. sayısında yayınlanmıştır. Kalın İtalik harfler yazıdan birebir alıntıdır. Diğerleri benim tercüme ve yorumlarımdır. Beğenmeniz dileğiyle.

***

SANATKÂRLARIMIZI TANIYALIM: Bedia Muvahhit Hanım

Bu ismi telaffuz ederken, Türk sanayi-i nefîsesine (güzel sanatlara) Türk kadınlığının şu son seneler zarfında gösterdiği alâkayı hatırlamamak ve alkışlamamak mümkün değildir.

Bugüne kadar temâşâ (gösteri) sahamız, köhne telâkkilere (eskimiş görüşlere) daima kurban olmuştu. İhmal, nisyân, (unutmak) hep bunun müellim (acı veren) bir neticesiydi. Tiyatro, bir mürşid gibi görülmekten ziyade bir müfsit olmak ithamına maruz kaldı. (Tiyatro, bir yol gösterici gibi görülmek yerine, bozucu, yıkıcı bir şey olmakla suçlanıyordu.)

Çok şükür, münevverleşen (aydınlaşan) fikirler, tamamen değilse bile kısmen bu yanlış zanları ortadan kaldırdı. Bugün, bir “Temâşâ”ya sahibiz. İyi, kötü, sağlam, çürük, seyredebileceğimiz, ahlaki derslerin akislerini bulabileceğimiz bir sahnemiz, “sanatkâr” unvanına fazlasıyla layık üstatlarımız, sahnenin itilâsına (yükselmesine) çalışan rehberlerimiz var.

Bedia Muvahhit

Her mazhariyette (hedefe varmakta) sürat aranmamalıdır. Terâkki, itilâ, tedrici olursa muvaffakiyetle neticelenir. (Gelişme ve yükselme kademe kademe gerçekleşirse başarıya ulaşır.) Bunun için sahnelerimizi kemiren, istila eden pürüzlü lisanlardan kurtuluncaya kadar, hayli tahammül ettik. Nihayet Darülbedayi, (İstanbul Şehir Tiyatroları) bize ilk muvaffakiyeti (başarıyı) gösterdi. Afife’yi tanıttı. Maalesef, hükümetin, manasız tedbirleri, bu muvaffakiyeti de fâsıla-i saltanata uğrattı. (Kesintiye uğrattı. Bu cümlede, tiyatro sanatçısı Afife Jale Hanım’ın müslüman kadın olduğu için devlet tarafından engellenmesi kastediliyor.)

Tiyatroyu tamamıyla benimsemeyen, köhne telâkkilerin muharrib neticelerinden (eskimiş görüşlerin yıkıcı sonuçlarından) kurtulmayan bir memlekette bir İslam hanımının, sahneye çıkması, şanlı olduğu nisbette mûcib-i takdir (takdire layık) bir fedakârlıktır.

İşte Bedia Muvahhid Hanım, bu fedakârlığın kahraman muzafferlerinden (zafer sahiplerinden) biridir. İctimai mevkiinin (sosyal konumunun) yüksekliğine rağmen hiç çekinmedi. Tahtie-âmiz nazarlara göğüs gerdi. (Alaycı ve önyargılı bakışlara katlandı.) Yalnız sanat, münhasıran, (özellikle) sanat aşkıyla, tiyatronun ufkuna, hakikat-i halde (gerçekte) bir “edep kürsüsü” demek olan bu sevimli muhite (çevreye, camiaya) koştu.

Bedia Muvahhid Hanım, iyi bir aileye mensuptur. Fransız Lisesi’nde tahsil gördü. Henüz mektepte iken, verilen husûsi müsamerelerde roller derûhte eder, (üstlenir) müstesna istidâdı herkesin nazar-ı takdirini celb eylerdi. (… kendine has yeteneğiyle herkesin takdirini hak ederdi.) Mektepten çıktıktan sonra muhtelif liselerde edebiyat ve Fransızca muallimeliğinde (öğretmenliğinde) bulundu. Bedia Hanım, Fransızcaya fevkalade vâkıftır. Edebiyata son derece meraklı olduğu gibi bundan birkaç sene evvel, Darülbedayi sanatkârlarından Refet Bey’le izdivaç eden (evlenen) Bedia Hanım, bütün nazarlarını, öteden beri meclûb bulunduğu (tutkun olduğu) hayat-ı temâşâya (gösteri dünyasına) çevirmekte ve onun samimi bir mensubu (üyesi) olmakta tereddüt etmedi. 

“Kemal Film” müessesesine, iyi bir mukavele ile girdi. Ateşten Gömlek filminde, meslek hayatının yeniliğine rağmen çok yüksek bir kudret gösterdi. Darülbedayi sanatkârlarının İzmir seyahatine iştirak etti. En mühim rollerde, ümidin fevkinde bir muvaffakiyet kazandı. (… beklenenin ötesinde başarı gösterdi.)

Bugün Bedia Muvahhid Hanım, zevci (eşi) gibi tam manasıyla bir temâşâ kahramanıdır. Mini mini bir yavrunun neşelendirdiği yuvaları, milli tiyatroculuğunun terâkkisine nigeh-bân[8] nazarlarla müzeyyendir. (..evleri ulusal tiyatronun gelişmesine hizmet eden bir bekçi gibidir)

Zevc, zevce, (karı-koca) rollerdeki muvaffakiyetlerini süslemeye çalışmakla beraber piyesler de vücuda getiriyorlar.

Hülasa: (özetle) Bugün Muvahhid ile Bedia’nın hayatlarına, tam bir temâşâ saati diyebiliriz. Muvahhid Refet’i fazla takdim etmeye lüzum var mı, bilmem?… Temâşâ ile en az alâkadar olanlar içinde bile onun fıtri istidâdına yabancı yoktur. (Gösteri sanatıyla en az ilgilenenler bile onun doğuştan gelen yeteneğini bilirler.)

Darülbedayi’in her mesai devrinde (her döneminde) Muvahhid daima şanlı bir temâşâ (gösteri) kahramanı oldu.

Temenni ederiz ki, bu iki sanat aşığı zevc, zevce bundan böyle de temâşâmızın ilerlemesinde mühim birer uzuv (alet, vasıta) olsunlar.

Bizden teşvik… teşciʻ (cesaretlendirme) … tebrik ve teşekkür…

***

Kaynak: (Arap harflerinden Latin harflerine çevirenler) Samime İnceoğlu ve Ayşe Yılmaz. Türk sineması araştırmaları vakfı internet sitesi.

Yazıda isimleri geçen şahıslar hakkında kısaca bilgi vermek isterim.

Bedia Muhavvit hanım, sanat hayatının ardından 1994 yılında 97 yaşında öldü. Kadıköy, Yoğurtçu Parkı karşısındaki bir sokağa ismi verilmiştir.

Vedat Örfi Bengü, yurda döndükten sonra çeşitli filmlerde rol aldı, daha sonra kızının ismini verdiği Ülkü Film şirketini kurdu ve yapımcılığa başladı. 1953’te ölmüştür.

İçlerinden en ağır bedeli ödeyen ise Afife Jale hanım oldu. Müslüman Türk kadınlara gösteri dünyasının kapalı olduğu zamanlarda, sinema ve tiyatroda kadın oyuncular, ağırlıklı olarak Ermeniler ve diğer gayri müslimlerden seçilirdi. İstanbul Şehir Tiyatroları müslüman kadınlara kurslar veriyordu ama hiçbir kadın bu kurslara gitmek istemiyordu. Zira, sahnede görev almayacaklarını biliyorlardı.

Afife Jale’nin cenazesi toprağa verilirken. 24 veya 25 Temmuz 1941

Afife Hanım ise sahne gerisinde mülazım artistlik (stajyer oyunculuk) ünvanıyla çeşitli vazifeleri yerine getirmekteydi. Bir akşam, 3 Nisan 1919’da, kadın oyuncu Eliza Binemeciyan aniden yurt dışına gidince, piyesteki Emel rolüne Afife Hanım “Jale” takma ismi ile çıktı. Fakat, kendisinin müslüman tebaadan olduğu anlaşılınca ertesi akşam kapıya polis dayandı. Kadınlara tanınan hakların genişletildiği yıllara kadar Afife Hanım defalarca polis takibine maruz kalmış, çalıştığı sahneler basılmış, bazen karakolda ve diğer makamlarda kendisine adeta bir umumî kadın muamelesi yapılmıştır. Bu süreç içinde yaşadığı gerilimden ve şiddetli baş ağrılarından kurtulmak için morfin almaya başlamış ve maalesef bu alışkanlıktan kurtulamayıp 1941 yılında Bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde sefalet içinde hayata veda etmiştir.

Sinema ve tiyatromuzun tüm öncü isimlerini saygıyla anıyorum.

Sunumlar içinde yayınlandı | , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

SESSİZ SİNEMADAN SİMÜLASYON DÜNYASINA GERÇEKLİK

Onlar sinemayı en saf haliyle yaşadılar.
(Yönetmen Alfred Hitchcock. Sessiz sinema oyuncuları için söylediği bir söz.)


Evimde İngilizce bir albüm var. Sessiz sinema döneminde erkeklerin başını döndürmüş yüzden fazla kadın oyuncunun resimleri ve hayat öyküleriyle dolu. Kitaplığımın en nadide parçası. Bazı geceler, vakit iyice ilerlediğinde kendime bir bira açar, o kitabın sayfaları arasında saatlerce kaybolurum. Ön planda kahkahalar, ihtişam, göz kamaştıran bir zenginlik ve lüks. Arka planda ise, artık toprağa karışmış, anıları bile kaybolmaya yüz tutmuş kadınların hüzünlü öyküleri: Aşk, ihanet, taciz, tecavüz, şiddet, içki, uyuşturucu ve melankoli. Saatlerce o resimlerdeki soluk yüzlere bakar ve bazen sessizce ağlarım. Bu güzelliklerin kaybolmuş olması gönlümü acıtır. Kimler yoktur ki bu galeride: Mary Pickford, Clara Bow, Lillian Gish, Bebe Daniels, Renee Adoree, Dolores Costello.

Sonra, aşkın ve devrimin kadını: Tina Modotti. Ve sevgili Fay Wray. O kadar güzel bir kadındı ki .. ilk çevrilen King Kong filminde canavarın âşık olduğu kadın. Ruhu da bedeni kadar güzeldi. Sanki bir uykuya dalıyormuş gibi sessizce öldü.

Bugün kaç kişi Theda Bara’yı hatırlar? Sinemanın ilk “vamp” kadınıydı o. Yeşilçam’da Suzan Avcı, Birsen Ayda, Melek Görgün, Figen Han gibi oyuncuların canlandırdığı seksî ve vamp kadın rolünün öncüsüydü Theda Bara. Erkekler onun uğrunda kavga ederler, gittiği her mekanda mutlaka bir olay yaşanırdı. Aynı zamanda, Cleopatra rolünü ilk oynayan kadındı.

Albüme ne zaman baksam, neticede, içlerinden bir kadının resmine takılıp kalırım. Saplantılı bir insanım, kabul ediyorum. Bu sessiz sinema yıldızına ait yüzlerce resmi topladım. Onun ismi : Louise Brooks. Ailesi sanata yatkındı. Dokuz yaşında çok ağır bir cinsel saldırıya uğradı. Aylarca kendine gelemedi ve ömrü boyunca erkeklerden nefret etti. Fakat, ilerleyen yıllarda intikamını çok iyi aldı. Kendisine tutkun onlarca erkeği yalvarttı. Bir milyonerle evlendi, iyice zenginleşince, adama bir veda mektubu bile bırakmadan çekip gitti. Sonraki kocasıyla olan ilişkisinde de aile içi şiddet vardı. Sonunda hepsini bıraktı ve yalnız yaşadı. Seksüel açıdan da bağımsız bir kadındı. Çeşitli dergiler için çırıpçıplak pozlar verdi.

Sinema dünyasında, erkeklere kafa tutan, sırasında onları aşağılayan mağrur genç kız rolü ile yükselmişti. Kısa kesilmiş ve uçları kıvrık saçları, hüzün ve erotizm dolu bakışlarıyla seyircinin kalbini kazandı. Hollywood’da içki ve uyuşturucunun aktığı partilerde sadece erkekler değil kadınlar da asılıyordu ona. Greta Garbo onunla yatmak için çok uğraşmıştı.

Neyse…

Bazen, Kahire’nin Mor Gülü filmindeki sahnenin gerçekleşmesini isterim. Bir filmin içine girmek, orda kaybolmak ve adına hayat dediğimiz, gerçeklik dediğimiz tüm bu saçmalıklardan kurtulmak.

Size biraz günümüzün gerçekliğinden bahsetmek isterim. İnsanların çoğu, onlara aktarılan bölük pörçük bilgi kırıntılarından yola çıkıp bir şeyleri düşündüklerini zannederler. Dünyanın her yerinde, büyük sermayeler tarafından kurulan ve elbette öncelikli olarak onları savunan medya kartelleri milyarlarca insanı yönlendirir. Onlara neleri sevip neleri sevmemeleri, nelerden nefret etmeleri gerektiği ustaca aktarılır. Kitle şartlandırmanın bir numaralı kuralı “tekrar” etmektir. Dünyanın en zırva tezini, en büyük yalanını her gün hiç durmadan tekrarlarsanız, insanlar buna gerçekten inanmaya başlar. Böyle durumlarda, çok az insan zihnini şartlandırmalardan koruyabilir. Bu yeni dünyanın kurallarını bir parça olsun anlayabilmeniz için Jean Baudrillad okumanızı tavsiye ederim. Post yapısalcı felsefe ve post modernizm üzerine çalışmaları ile tanınan Baudrillad, son yüzyıl içinde yetişmiş en büyük felsefecilerden biridir. Bütün ideolojik akımları reddetmiş ve kitle zihninin nasıl kontrol edildiğine dair çarpıcı tezler geliştirmiştir. En önemli çalışmaları ise simülasyon ve simülakrumlar hakkındadır.  Ama önce simülasyon ile simulakrum arasındaki farka çok kısa değinmem gerekir. Simülasyon, herhangi bir gerçekliğin bir medya veya özel donanımlar aracılığıyla yeniden canlandırılmasıdır. Mesela bir uçağın hareketini taklit eden uçuş simülatörü gibi. Veya, tarihteki bir olay yeniden simüle edilebilir. En bilinen örneklerden biri Titanik’in batışı. Fakat, ne olursa olsun, simülasyon, asıl kaynağını gerçek dünyada varolan bir nesneden veya olaydan alır.

Simülakrum daha değişiktir. Canlandırılan olayın aslında gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. Kitle iletişim araçları, herhangi bir gerçekliği aktarmak yerine kendi gerçekliklerini oluşturmaya başlar. Buna en güzel örnek Başkanın Adamları (Wag The Dog) filminde verilmiştir. Beyaz Saray’daki bir seks skandalını örtbas etmek isteyen bir ekip, Kuzey Avrupa’daki minicik bir ülkede iç savaş çıktığı şeklinde haberler üretmeye başlar. Stüdyoda savaş çekimleri yapılır. Bebeğini bombalardan korumak isteyen çaresiz bir annenin dramı -elbette arka planda etkileyici bir müzik eşliğinde- TV kanallarında defalarca gösterilir. Kısa zamanda Amerikan kamuoyu ayağa kalkar. Milyonlarca insan, ABD’nin bu işgale kayıtsız kalmaması gerektiğini söyleyerek sokaklara dökülür. O sahte iç savaşa ait bir “imge” daha üretir tasarımcılar. Kurşunlarla vücudu delik deşik edilmiş bir çocuğun kanlı ayakkabısı. İnsanlar bu görüntüyü izlerken ağlarlar. Kanlı ayakkabının posterleri basılır; anahtarlıklar, tişörtler, havlular üretilir. Şarkılar bestelenir. “Das Kapital” bir kere daha gücünü göstermiş ve varolmayan bir savaşa ait imgeler, simülakrumlar üreterek insanların duyguları üzerinden milyarlarca dolar kazanılmıştır.
Tabii, bu arada, asıl açığa çıkarılması gereken olay, yani Beyaz Saray’daki seks skandalı unutulup gitmiştir. ABD başkanı televizyona çıkıp, Amerika’nın her zaman özgürlük için savaştığını, kahraman Amerikan askerlerinin mutlaka Avrupa’daki bu olaya müdahale edeceğini söyler. Başkan da böylece bir halk kahramanına dönüştürülür. Uzatmıyorum.

Jean Baudrillad, kitaplarında, her tür gerçekliğin medya aracılığıyla nasıl manipüle edildiğini çeşitli örneklerle anlatmıştır. Kendisi aynı zamanda çok kaliteli bir film eleştirmenidir. Ne yazık ki onun “Simülakrlar ve simülasyon” kitabına daha fazla yer veremiyorum. Her sayfası zihin zorlayıcı özgün bir çalışmadır. Bir yerlerden bulup okumanızı tavsiye ederim.

***

Böyle bir dünyada gerçeklikten bahsedebilir misiniz? Milyarlarca insana aktarılan bilgiler çeşitli ideolojik filtrelerden geçirildikten sonra yeni bir gerçeklik oluşturulur. Böylece herkes, kendisini iyi bir dindar, iyi bir vatansever, duyarlı bir insan zannedip yaşayıp gider. Gel de Attila İlhan’ı hatırlama; bir dizesinde diyordu  ki :
“Nasıl olsa ölüp gideceksin kendi yanlışlarının doğrusunda.”

***

Bu, bir matriks evrenidir. Herkesin, aslında kendine ait olmayan ama kendisinin zannettiği hayallerin, ideallerin içinde çeşitli davaları savunduğu bir dünya. Gerçeğin kendisi ise çoktan sisler arasında yitip gitmiştir.

Kuzey Kore’deki bir insan pis kapitalistlerin canavarlık öyküleriyle büyür. Cihat çığlığı atan genç bir çocuk kendi yaşındaki insanları kurşuna dizerken Allah’a hizmet ettiğini zannetmektedir. Amerikalılara göre, zaten onlardan olmayan herkes kötüdür ve bu çılgınlık böyle sürer gider.

İşte bu yüzden olayların akışını değiştirebilmek çok zordur. Zira senaryo kurşunlarla, bombalarla, kanla yazılır ve herkes kendince haklıdır. Pakistan’daki bir camiye düzenlenen bombalı bir saldırıda babasını kaybetmiş müslüman bir çocuğa simülakrumun ne olduğunu anlatamazsınız. Onun istediği şey sadece intikam olacaktır. Sonra o çocuk bir cihat örgütüne katılır ve bir gün, bir de bakmışsınız ki mesela Paris’teki bir tren garında bombayı patlatıp kendisiyle birlikte onlarca insanı öldürmüştür. Olayda annelerini, eşlerini, çocuklarını kaybeden Fransız, Belçikalı, Alman vs bir sürü insana da laf anlatamazsınız. Onlar da kendi davaların peşine düşerler.

Her kesimden insan bu şekilde şartlanır. Herkes kendi imgelerini ve simülakrumlarını üretir. Herkes kendisinin ne kadar mağdur, karşı tarafın ise nasıl bir canavar olduğunu söyleyerek bu savaşa katkıdır bulunur. Üstelik tüm bunlar barış ve sevgi adına yapılır.

Jean Baudrillad’ın büyüklüğü burdadır işte. Tüm bu karmakarışık ilişki yumağının ardındaki mekanizmalari ustalıkla çözümlemiş ve okuyucularına anlatmıştır. Bir gün, sanal gerçekliğin asıl gerçekliğin yerini alacağını, hatta ondan daha güçlü bir etki uyandıracağını defalarca yazmıştır. Kendisini saygıyla anıyorum.

Ama kaç kişi bilir onu adını? Kaç kişi merak edip okuyacaktır? Okumuş olsalar da kaç kişi anlayabilecektir? Hele burda, Türkiye’de? Yıllar boyunca, kitap okumanın, eleştirel düşüncenin bir suç olarak görülüp cezalandırıldığı bir ülkede …

Ve insanlar yaşar giderler. Falanca ülkeyle aramızda diplomatik kriz yaşanır. Bir sürü insan korna çalarak sokaklara dökülür, öfkeli gençler yerlere makarna paketleri atıp çiğneyerek veya portakallara bıçak sokarak dinlerini ve vatanlarını kurtardıklarını zannederler. Böyle bir duruma acı acı gülünmez mi?

***

Tüm bunlardan uzakta yaşamak istiyorum ve zaten öyle yapıyorum.
Hayalperestlik mi? Olsun. Hiç değilse kendi hayalimi kendim seçiyorum.
Peki, kaç insan, hayallerinin gerçekten kendisine ait olduğunu iddia edebilir?

***

Sessiz sinemanın yıldızları ne kadar güzel. Gerçeğin kendisinden bile güzel. Gerçek dediğiniz şey ne ki? Bukowkski, “hiçbir şey gerçeğin kendisinden daha can sıkıcı olamaz” derken haklıydı. İçkisini içti, küfürlerini sıraladı ve çekip gitti. Bence en iyisini yaptı.

İnsanların pek çoğu gerçeği aradığını söyler. Yalandır. Aslında insanlar gerçeği öğrenmek istemez. Onlar sadece egolarının okşanmasını ister. Eğer onların egolarını okşarsanız, gerçek olarak sunacağınız her şeye inanmaya razıdırlar. 1999 yapımı ilk Matriks filmindeki bir sahne bunu anlatır. “Şifreci” olan bir hacker, artık gerçeklik dünyasında yaşamaktan bıkmış ve arkadaşlarına ihanet etmeye karar vermiştir. Trinity, ona Matriks’in gerçek olmadığını söylediğinde cevaplar:

“Hayır, Matriks gerçek. Matriks, gerçeğin kendisinden daha güzel bir gerçek. Matriks’te bir biftek yediğim zaman o bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Ama Matriks beynimin o sanal bifteği lezzetli ve yumuşak bir şeymiş gibi algılamasını sağlıyor. Artık her şeyden bıktım. Bir sürü kabloya bağlanmış insanlarla uğraşmaktan, mücadele etmekten, her gün bu iğrenç lapayı yemekten bıktım. Matriks’te yaşamak istiyorum. Mutlu olmak istiyorum.”

***

Sessiz sinemanın yıldızları ne kadar güzel. Yaşadığım hayat bana kolay kolay kimseyi yargılamamayı öğretti. O yüzden, o güzel kadınların hiçbir yönünü ayıplamıyorum. Bazıları lezbiyendi, bazıları küfürbazdı. Bir kısmı içki ve uyuşturucu içinde boğuldular. Akıllarını kaybedenler, intihar edenler oldu. Yine de seviyorum onları. Hepsinin kendince bir tarzı vardı ve o zamanlar sinema ruhunu henüz bu kadar kaybetmemişti.

Ordaki gerçeklik, burdaki gerçeklikten çok daha güzel.

Bu yazımı Sunset Bulvarı filmindeki Gloria Swanson’un, filmdeki ismi ile, Norma Desmond’un bir sözüyle bitirmek istiyorum. Filmde, artık unutulmuş, bir kenarda kalmış bir film yıldızını canlandırıyordu. Gerçek dünyadan kopmuş bir kadındı o. Hizmetçisinden başka kimseyle görüşmüyor ve dışarda, “gerçek dünyada” birileri koşuşturup dururken hayalleriyle yaşıyordu. Yaşlanmış, eski cazibesini kaybetmişti ama yine de tutku doluydu. Sonra bir gün, onun filmleriyle büyümüş bir senarist, Norma’yı tanıyıp konuştu:

“Aman tanrım, siz O’sunuz. Siz Norma Desmond’sunuz. Siz bir zamanların en büyük yıldızıydınız.”

Ve Norma onu mağrur bir êda ile cevapladı:

“Ben hep büyüğüm. Ama filmler küçüldü.”

Yazar Harold Robbins, bir romanının ismini “Önce hayaller ölür” olarak koymuştu. Keşke, gerçeklerle birlikte hayaller de ölseydi. Tıpkı, bir zamanlar bu dünyada yaşayan, nefes alan, dans eden, seven, sevilen o kadınların gerçek ölümlerinden sonra geride kalan hayallerinin de bir bir ölmeye başlaması gibi. Ne yazık ki, bu modernite sonrası, post modern dünyada hayaller ölmedi. Ama çarpıklaştı, küçüldü ve bayağılaştı.

Saygılar

Denemeler içinde yayınlandı | , , , , , , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum

ZOMBİ ŞARKILARI

zzz

Aklıma geldikçe, zombiler için yazılmış şarkıları paylaşacağım. İşte ilk 10 şarkı…

  1. “I walked with a zombie” Seslendiren: Roky Erickson & The Aliens.

Görüntüler 1943 tarihli, aynı isimdeki filmden alınma. Mümkünse kulaklık gibi bir şey takıp, iyi bir ses kalitesi ile dinleyin derim. Bateri ve ritmler çok güzel.

2. Johnny Cash – The man comes around. Görüntüler “Yaşayan ölülerin şafağı” 2004 yılı filminden alınma …

3. Zombilerin Şafağı (Shaun of the dead) filminde Queen grubundan “Don’t stop me now” şarkısının çalındığı bölüm. “Shaun of the dead” çok hoş bir korku komedisidir.

4. Rachel Platten: Fight song. Görüntülerde The Walking Dead dizisinin en sevilen karakterlerinden Michonne var. Çok güzel bir şarkı ve harika görüntüler.

5. Zombi sevenler için müthiş bir film açılışı. Resident Evil, Afterlife…

6. Kimmi Smiles’ten “I walked with a zombie” şarkısının hard rock yorumu. Kimmi, Avusturalya’da yaşıyor, zombileri seviyor ve onlar için bazen şarkılar okuyor. Ayrıca 2 bölümlük “zombi saldırısında yapmamanız gereken 10 şey” başlıklı rehber yayınlamış. Ben hem Kimmi’nin sesini hem de videoyu çok beğendim.

7. George A.Romero’dan Ölülerin Şafağı (Dawn of the dead), 1978 yapımı filmin finalinde kullanılan müzik.

8. Sırada, çok sevilen bir zombi PC oyununun şarkısı var. Dead Island II – The bomb

9. Bir zombi aşk şarkısı. “Sıcak kalpler” (Warm bodies) filminden: “Missing you”

10. Kirby Krackle – Zombie Apocalypse

Saygılar…

Sunumlar içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | 2 Yorum