TÜRKİYE YAHUDİLERİ VE SOYKIRIM YILLARI -8-

Dünya savaşı sona doğru ilerlerken Avrupa’daki Yahudiler için kabus daha da derinleşmişti. Yahudiler, başlarına neler geleceklerini anlamışlardı. Naziler adım adım “nihai çözüm” denilen hedefe doğru ilerliyorlardı ve amaçları belliydi: bütünü ile Yahudilerden arındırılmış bir Avrupa. Kiev’de yaklaşık 60.000 kişinin öldürüldüğü Babi Yar katliamından sonra içlerinden bazıları artık pasif duruşu bırakmış, Almanlara karşı savaşan her tür milis kuvvetlere katılmaya başlamışlardı. Önemli bir kısmı ise, yetkili makamlara rüşvet vererek veya sahte evrak temin ederek Almanya’dan ve Avrupa’dan kaçmaya çalışıyorlardı. Böyle Yahudilerin Avrupa’dan kitlesel göçü başladı.

babi-yar

Az sayıda Yahudi Türkiye’ye iltica etmişti, bunlar basın ve devlet tarafından birer asalak gibi kabul ediliyorlardı. Yahudilerin Türkiye’de çalışabilmeleri çok zordu zira 1932 yılında çıkarılan “Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat Ve Hizmetler Hakkında Kanun”, kendilerine kısıtlamalar getirmekteydi.

Kanun Numarası : 2007
Kabul Tarihi : 11/6/1932
Yayımlandığı R.Gazete : Tarih : 16/6/1932 Sayı : 2126
Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 13 Sayfa : 512

Madde 1 – Türkiye Cumhuriyeti dahilinde aşağıda gösterilen sanat ve hizmetler münhasıran Türk vatandaşları tarafından yapılır. Bu sanat ve hizmetlerin Türk vatandaşı olmayanlar tarafından yapılması memnudur. (Yasaktır)
A) Ayak satıcılığı; çalgıcılık; fotoğrafçılık; berberlik; mürettiplik; simsarlık; elbise, kasket ve kundura imalciliği; borsalarda mubayaacılık; Devlet inhisarına tabi maddelerin satıcılığı; seyyahlara tercümanlık ve rehberlik; inşaat, demir ve ahşap sanayi işçilikleri, umumi nakliye vesaiti ile su ve tenvir ve teshin ve muhabere işlerinde daimi ve muvakkat işçilik; karada tahmil ve tahliye işleri; şoförlük ve muavinliği; alelümum amelelik; her türlü müesseselerle ticarethane, apartman; han, otel ve şirketlerde bekçilik, kapıcılık, odabaşılık; otel, han, hamam, kahvehane, gazino, dansiğ ve barlarda kadın ve erkek hizmetçilik (garson ve servant); bar oyunculuğu ve şarkıcılığı.
B) Baytarlık ve kimyagerlik
Madde 2 – İcra Vekilleri Heyeti karariyle ruhsatı mahsusa ita kılınmadıkça aşağıda sayılan sanatlar ecnebiler tarafından icra edilmez.
A) Tayyare makinistliği ve pilotluğu,
B) Devlete veya vilayetlere merbut müessesat veya belediyeler ile bunlara merbut tesisat hizmetleri.

Türkiye’ye giren Yahudiler kaçak hükmündeydiler ve yukardaki kanundan doğrudan etkileniyorlardı. Bu kanuna ek olarak, Türkiye, Yahudi göçünü engellemek için çeşitli tedbirler almıştı. 1937 yılında, ilgili konsolosluklara ve diğer resmî makamlara gönderilen tamimlerle Yahudilerin Türkiye’ye göç etmelerinin engellenmesi için tedbir alınması emredilmişti. Bu arada, Avrupa’dan Yahudi göçü artık uluslararası bir sorun haline gelmişti. Elbette, Almanya da boş durmuyor ve Yahudilerin pasaportlarına “J” (Jude-Yahudi) damgası vuruluyordu. Böylece Yahudiler Avrupa’nın her yerinde tanınacaklardı. Bu damga, Yahudilerin çeşitli ülkelerde yerleşmesini de engelliyordu. Aynı dönemde, Türkiye, ülkede geçici olarak ikamet eden Yahudileri vatandaşlıktan çıkardı ve pasaportlarına “Haymatloz-Yahudi” (Vatansız) ibaresi vuruldu.

Yahudilerin göç için tercihlerinin başında Filistin gelmekteydi ve Türkiye, Filistin’e giden yolda önemli bir köprü görevi görüyordu. Bulgaristan üzerinden karayolu, Tuna veya Romanya Köstence limanından Karadeniz’e açılan denizyolu Türkiye’den geçmekteydi. O tarihlerde Filistin, İngiliz himayesindeydi ve Yahudilerin göçü İngiliz makamlar tarafından denetlenmekteydi. Türkiye ise 2/9498 ve sonra onu daha da güncelleştiren 2/15132 nolu gizli kararnameleri çıkarmıştı. Bu kararname:

Tebaasından bulundukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımlarından takyidata tabii tutulan musevi fertlerin -bugünkü dinleri ne olursa olsun- Türkiye’ye duhulleri (girişleri) ve Türkiye’de ikametleri memnudur…  (yasaktır)

cümlesi ile başlıyor, Yahudilerin Türkiye üzerinden göçü buna dayanarak engelleniyordu.

Yahudilerin Avrupa’dan kaçış çabalarına daha fazla değinmiyorum. Aslında bu, yüzlerce sayfa ile anlatılabilecek büyük bir drama gönderme yapmaktadır ve Holokost tarihini inceleyen araştırmacılar tarafından binlerce belge ile günışığına çıkarılmıştır. Yahudiler, bazen resmî makamlara rüşvet vererek, bazen yüksek bedellerle sahte evrak düzenleterek ve bazen tamamen yasadışı (illegal) olarak Avrupa’yı bir an önce terketmek istiyorlardı; zira Gestapo’nun eline düşmeleri onlar için ölüm  anlamına gelmekteydi. Resmî kaçış yollarının çoğunun tıkanmasının ardından, geriye Yahudiler için tek yol kalmaktaydı: denizyolu üzerinden kaçak göçüş. Türk limanlarına da gelen bu Yahudi göçmen gemileri, Türk basınında alay edilerek hicvediliyor, gemilerdeki yolcuların karaya çıkmasına izin verilmiyordu. Bu gemilerin bazıları kötü hava koşullarında battılar, bazıları ise denizaltılar tarafından batırıldılar. Elbette bu gemilere yolcu olarak binebilmek de kolay değildi. Yasadışı göçü düzenleyen kişiler fahiş fiyatlar istiyorlardı ve gemilerin çoğu uzun deniz yolculuğunu kaldırabilecek niteliğe sahip değildi. Örneğin, Bulgaristan’ın Varna şehrinden yola çıkan ve 327 yolcu barındıran Salvador isimli gemi, İstanbul’da kısa bir mola verdikten sonra Silivri açıklarında fırtınaya yakalanarak batmıştı. Buna benzer daha pek çok örnek bulunmaktaydı.

struma

Tarihe geçen bir başka örnek ise, “Struma trajedisi” olarak bilinen ve 769 Yahudi mülteci taşıyan geminin akibetidir. Panama bandıralı Romanya yolcu gemisi Struma, kapasitesinin çok üstünde yolcu taşımaktaydı ve makineleri bozuk olduğu için açık denize açılmaya elverişli değildi. 1941-1942 kış ayları arasında Struma yetmiş gün Boğaz’da bekletildi. Gemiye asılmış olan “Bizi kurtarın!” afişi İstanbullular tarafından rahatlıkla görülebiliyordu. Yahudi yardım kuruluşlarının, tüm masrafları karşılama tekliflerine rağmen, mültecilerin karaya çıkmasına izin verilmedi. Ancak bir kaç kişi ülkeye alındılar. 25 Şubat 1942’de gemi Türk sahil koruma birlikleri tarafından Türkiye karasularını terketmeye zorlandı ve açık denize çekildi. Burda Struma muhtemelen Sovyetlere ait bir denizaltı tarafından vurulup batırıldı. Bu hadisede de hem Yahudiler hem Türkler arasında anlaşmazlıklar çıkmış, sonradan taraflar birbirlerini karşılıklı olarak suçlamışlardır. Türkiye’yi Yahudi soykırımına doğrudan alet olmakla suçlayan Yahudilere karşılık, Türk tarafında ise, gemiye İstanbul’da kaldığı günler içinde Kızılay tarafından yiyecek yardımı yapıldığı, Türk hükümetinin elinden gelen gayreti sarfettiği savunması yapılmıştır. Bazıları ise doğrudan gemi kaptanını sorumlu tutmuşlardır. Bu tartışmaya girmeden, neticede gerçeklik şudur ki, gemi bir Sovyet denizaltısı tarafından batırılmış, sadece bir kişi kurtulabilmiştir ve geminin enkazı Şile açıklarında denizin dibinde yatmaktadır.

Avrupa’da ise “Holokost” dönemi açılmıştı. Avrupa’nın dört bir yanı toplama kamplarıyla doluydu. O dönemi fazla incelemeyen kişiler, Yahudilerin sadece yakılarak öldürüldüklerini zannetseler de, asıl kayıplar kamplardaki açlık, pislik ve hastalıklar yüzünden gerçekleşmekteydi. Yahudilerin çoğu, zehirlenip öldürülme faslına gelemeden, ya toplu halde infaz ediliyorlar veya ağır çalışma şartlarında hayatlarını kaybediyorlardı. Bu kamplarda Türkiye kökenli Yahudiler de bulunmaktaydı. Ne yazık ki bu Yahudilerin başlarına gelenler on yıllar boyunca saklı almış ve ancak yakın dönemdeki araştırmalarla kimlikleri, kamp yerleri ve numaraları belli olmuştur. 1942-1944 yılları arasında Naziler artık ufak çözümleri bırakmışlar ve toplu halde, sistematik imhaya başlamışlardı. Kamplarda ölenler ile mukayese edildiğinde, bir yolunu bulup kaçabilen Yahudilerin sayısı gerçekten çok düşük oranlardaydı. Türkiye üzerinden gidenleri ele alırsak, 1943 yılı boyunca legal yollardan 1352 Yahudi Filistin’e gidebildi. Aynı dönemde ise, Varlık Vergisi yüzünden ikibinin üzerinde Yahudi Türkiye’yi terketmişti.

Nazi Almanyasından kaçamayan ve orda kalmaya mecbur olan Yahudilerin durumu ise hiç de iyi değildi. 1938 Kasım pogromundan sonra Yahudilerin hakları ellerinden alınmıştı ve kitleler halinde Almanya dışına götürülüyorlardı. Yahudilere yapılan muamelenin artık “normal” hale gelmesi ile birlikte, Almanya’daki Türkiye Yahudileri de saldırılarla karşılaşmaya başladılar. Daha 1933’te Berlin’de bir dükkan işleten Mahim Seidmann isimli Yahudi, ortakları tarafından işyerinden kovuldu. Göttingen’de ise bazı Türk öğrenciler Yahudi zannedilerek Naziler tarafından dövülmüştü. Öğrenciler, kendilerinin Türk olduğunu, Yahudiler ile bir ırk bağı olmadığını anlatarak zar zor kurtulabilmişler ve bu hadise Türk basınında geniş yer bulmuştu. Türklerin Yahudilerle karıştırılarak saldırılara uğraması başka yerlerde de gerçekleşiyordu. Almanlar arka arkaya ekonomik düzenlemeler yapıyorlar, Yahudilerin tüm ticari faaliyetlerini ellerinden alıyorlardı. Örneğin 1938 tarihli, Yahudilerin Servet Beyanı Yönetmeliği gibi.

Sadece 3-4 yıl içinde, ekonomik kısıtlamalardan, ölüm kamplarına giden yol açıldı. Yahudiler, artık mal varlıklarından bile vazgeçmiş ve sadece canlarını kurtarmayı düşünerek imha kamplarının yolunu tutarlarken, Türkiye çeşitli kanun ve düzenlemelerle Yahudileri vatandaşlıktan çıkarmaya başladı. Aslında bu öykü, cumhuriyetin kurulmasından önceye uzanıyor, 1922 tarihli geçici hükümet, 1514 ve 1745 sayılı kararnameler ile, ülkeyi terkeden gayrimüslimlere pasaport ve vatandaşlık belgesi verilmesine engel oluyordu. Gayrimüslimler kurtuluş savaşına katılmamakla suçlanıyorlardı. Mayıs 1927 tarihinde çıkan 1041 nolu kanun ile Bakanlar Kurulu’na “kurtuluş savaşına katılmamış ve kanunun yayınlanmasına kadar Türkiye’ye geri dönmemiş kişileri” vatandaşlıktan çıkarma yetkisi verildi. Bu uygulama bir sürü çelişkilerle doluydu. Zira gayrimüslim vatandaşların bir kısmı İtilaf Devletleri işgali altındaki bölgelerde yaşıyorlardı ve bunların Türk ordusuna katılabilmeleri mümkün değildi. Geride kalanlar ise kurtuluş ordusunun çekirdeğini oluşturan Müslüman-Türk askerlere dahil edilmemişler, kendilerine silah verilmemiş ve amele taburlarına kaydırılmışlardı. Öyle görünmekte ki, Türkiye Cumhuriyeti lider kadroları, işgal yıllarında İstanbul, İzmir gibi kentlere asker çıkaran işgalcileri coşku ile karşılayan bazı gayrimüslimlerle “hesaplaşmaya” başlamıştı. Gerçekten de, bu kentlerin işgali sırasında onları karşılayan, bayraklar asan, gösterilere katılan gayrimüslimler vardı. Fakat bunların ne kadarının işbirlikçi olduğunu, ne kadarının can ve mallarından olmamak için duruma ayak uydurduklarını kestirebilmek pek mümkün değildi. Neticede, cumhuriyet bu kişilerle de hesaplaşma yoluna gitti. 1928 tarihli 7559 nolu hükümet kararnamesi daha da garipti. Bu kararname, kurtuluş savaşına katılmamış olan “kadınların” bile vatandaşlıktan çıkarılmasını mümkün kılıyordu. 1935 tarihli 2848 nolu kanun ise Bakanlar Kurulu’na kimlerin “Türk sayılacağını” belirleme yetkisi vermişti. Böylece hükümet kendi kriterlerine göre Türklüğe uygun bulmadığı insanları vatandaşlıktan çıkarabilirdi. Bu ve benzeri kanun ve düzenlemelerle; Ermeni, Yahudi ve Rumlara ilaveten sakıncalı görülen siyasi muhalifler ve komünistler de vatandaşlıktan çıkarıldılar. Elbette, vatandaşlıktan çıkarılan kişilerin taşınmazlarına ve diğer mal varlıklarına da el konuluyordu. Vatandaşlıktan çıkarma işlemlerinin bir diğer hedefi ise, savaş yıllarında ülkeden kovulan bazı Ermenilerin ve mübadele yolu ile gönderilen Rumların ülkeye geri dönüşlerinin önünü kesmekti.

Bu arada Nazi rejimi Almanya’da durdurulamaz bir şekilde yükseliyor, askeriyeye ve bürokrasiye hakim oluyordu. Türkiye Yahudileri de dahil olmak üzere, Almanya’da ve Almanya’nın işgali altındaki ülkelerde yaşayan Yahudilerin durumu tam bir çorbaya dönmüştü. Kimlerin vatandaş sayılacağı, kimlerin sayılmayacağı, kimlerin sakıncalı olduğu belli değildi. Aslında Naziler açısından fazla bir kafa karışıklığı yoktu. Belgelerine “J” harfi vurulmuş olan herkes Yahudi ve sakıncalıydı. Ama Alman devleti ile diğer devletlerin diplomatik makamları arasındaki ilişkiler karmakarışıktı ve bazı Alman yetkililer de Nazilerin her yaptığını onaylamıyorlar, karşı çıkıyorlar veya en azından “çekincelerini” belirtiyorlardı. Türkiye’de 1932-37 arasında yaklaşık 3000 kişi Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Derken, Türkiye bürokrasisi ile Alman askeri makamları ve bürokratları arasında köprü kuruldu. Almanya’da ise, Nazilerin tartışılmaz şekilde iktidarı ele alacakları zamana kadar, hemen tüm birimler arasında çatışmalar yaşanıyordu. Alman ordusunun düzenli askerleri ile SS birimleri uyuşmazlık içindeydiler. Hitler’in giderek artan saldırganlığına karşı bazı Alman subayları arasında da hoşnutsuzluk vardı. Nihayet Naziler kesin çözümü buldular; 1934 yılında “Uzun Bıçaklar Gecesi” denilen operasyonda, bir gece içinde, en az 85 üst düzey SA subayı Hitler’in emri ile SS subayları tarafından öldürüldü. Artık Naziler askerî hakimiyeti büyük ölçüde ele almışlardı, bunun ardından hem askerî hem sivil bürokrasiye kendi adamlarını getirmeye başladılar.

Bu arada Türkiye, dönemin güçlü ülkesi Almanya ile ilişkilerinin bozulmasını istemiyordu. Almanya’ya silah sanayi için gerekli olan krom madeni satılmaktaydı. Ticaret ilişkilerinin ötesinde, Türkiye zaten Almanya’ya doğrudan cephe alabilecek ekonomik, siyasî ve askerî güce sahip değildi. Almanlar, çeşitli diplomatik kanallarla Türkiye’yi yanlarına çekmek, en azından tarafsız bırakmak için uğraşıyorlardı. Türk makamları ise durumu “idare etmeye” çalışmaktaydılar. Savaşın ne yöne gideceği belli değildi ve Türkiye kendine bir taraf belirleyip riske girmek istemiyordu.

rsha

Yahudiler açısından ise, hangi ülkenin vatandaşları olarak kabul edilecekleri bir ölüm kalım sorunu haline gelmişti. Türkiye ve benzer ülkeler tarafından “haymatloz” vatansız kabul edilen Yahudiler bütünü ile korunmasızdılar. Bunlar Nazi takipçiliğinin bir numaraları hedefi oldular. Almanya’da yeni bir güç devreye girmişti. Gestapo, Kriminal Polis teşkilatı ve SS örgütü güvenlik dairesi tek çatı altında birleştirilmiş ve Reich Merkez Güvenlik Dairesi kurulmuştu. RSHA denilen bu yapı, Yahudi takibatında Alman Dışişleri Bakanlığının onayına bile ihtiyaç duymadan kararlar alıp uygulayabiliyordu. Türkiye’nin çeşitli aralıklarla vatandaşlıktan çıkardığı Yahudiler de vatansızdılar, bunların bir kısmı Avrupa içinde tutuklanıp toplama kamplarına gönderildiler.

Bu yazı Türkiye Yahudileri ve soykırım içinde yayınlandı ve , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın